Gönderen Konu: ELİF ŞAFAK, ÖMER SEYFETTİN'İ ÇOK MU SEVER?  (Okunma sayısı 3377 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ziya Gökalp

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 135
  • TANRI TÜRK'Ü KORUSUN!
Türk edebiyatında her hâlde Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Elif Şafak kadar reklamı yapılan, dünya dillerine çevrilerek pazarlanan başka “Büyük Romancı!?” yoktur. Bunlar, nedense romancılıklarından çok; hep siyasî kimlikleriyle gündeme gelirler. Türk devletinin işleyişi, Türk tarihi, Ermeni meselesi gibi konularda yaptıkları konuşmalar ve yazdıkları yazılar, nedense Batının pek hoşuna gider, “Tam da bizim istediğimiz şeyleri söylüyorsunuz, içinizden birilerinin bizim tezlerimizi dillendirmesi pek de güzel oluyor!” dercesine bunları değişik vesilelerle ödüllendirmekten de geri kalmazlar.. Herhâlde bir zaman gelir, hizmetlerinin karşılığı olarak Nobel edebiyat ödülü falan da verirler. Kim bilir? Gün doğmadan neler doğar!
Bu girizgâhtan sonra Elif Şafak adlı medyatik romancının büyük romancılığını bir başka açıdan mercek altına alalım. Önce Ömer Seyfettin’in “Keramet” adlı hikâyesini okuyalım, sonra da Elif Şafak’ın Pinhan adlı romanından bazı bölümlere bakalım ve yan yana koyup karşılaştıralım. Ben, arada çok büyük benzerlikler gördüm. Elif Şafak, romanında Ömer Seyfettin’in hikâyesini kaynak olarak göstermediğine göre - çünkü başka bazı alıntılarda kaynak gösteriyor - intihal yapmış mı yapmamış mı buna okuyucu karar versin. Ayrıca her iki metinde koyu dizilmiş cümlelere de dikkatle bakılsın.

Yangın yarım saatten beri devam ediyordu. Fakat mahallenin ahalisi iki ev sonra söneceğine kâildiler. Çünkü bir zat-ı şerifin türbesi vardı. Mümkün değil, o, tutuşmazdı! Şiddetli bir kıble rüzgârı esiyor, alevleri, kıvılcımları saçan tahta parçalarını, türbenin üzerine, türbenin altındaki evlerin çatılarına fırlatıyordu. İtfaiye bölüğü, tulumbalar son gayretlerini sarfediyorlardı. Polisler etrafı ablukaya almışlar, kaçırılan eşyanın yağmasına meydan vermiyorlardı. Çiroz Ahmet, etrafına bir göz gezdirdi. Bu kaşarlanmış bir külhanbeyi idi. Onca yangın demek vurgun demekti. Ama mahalle çok fakirdi. Biliyordu ki, şu yanan zavallı kulübeciklerin içinde yatak yorgandan başka bir şey yoktu. Halbuki vurgunda âdet "yükte hafif, pahada ağır şeyler" i bulmaktı.
- Allah belâsını versin! Faydasız yangın!
Diye başını salladı. Ahali türbenin önüne toplanmıştı.
- Buraya gelince söner!
Diyorlardı. Çiroz Ahmet, yeşil boyalı türbenin penceresine sokuldu. Kör bir kandilin hafifçe aydınlattığı sandukaya baktı. Başı ucunda iki büyük şamdan duruyordu. Sandukanın iki tarafında iki seccade yayılı idi. Açık rahlelerde büyük Kur'an-ı Kerimler yan gelmiş yatıyorlardı. Çiroz Ahmet kelepir karşısında parlayan bir yahudi gözile bunlara baktı. Asgarî bir hesap yaptı, içinden:
-Şamdanlar onar liradan yirmi... Seccadeler on beşerden otuz.. Kitaplar mutlaka yazmadır. "Yirmi de onlara" de! Etti yetmiş...
Dedi. Yeşil boyalı kapıya gitti. Çiroz, kemikli omuzlarile bu kapının kuvvetini yokladı. Sonra kilidine baktı. Yavaş yavaş dayanmağa başladı. Halk yangınla meşguldü. Çiroz Ahmet son derece kuvvetliydi; hani o yalnız külhanbeylerine mahsus, bazusuz, idmansız, sporsuz, gizli, harikulade kuvvet... Dayandıkça kapı çıtırdamağa başladı. Nihayet küt etti açıldı. Çirozun, içeri girince ilk işi, kör kandili üflemek oldu. Fakat alacağı şeyler her ne kadar pahada ağır ise de yükte öyle pek hafif değildi. Zihni hemen bir vurgun plânı tertibine başladı. Plân zihninde teşekkül ettikçe, Çiroz, "netice" yi beklemiyor, teferruatını tatbik ediyordu. Şamdanların mumlarını çıkarıp yere attı. Rahlelerdeki kitapları alıp hepsini belinden çıkardığı Trablus kuşağına sardı. Sonra biraz durdu, burnunu kaşıdı. Yavaşçacık seccadeleri topladı; bunları beygirin üzerine çul vurur gibi sandukanın sırtına örttü. Şimdi kapıdan çıkmak lâzım geliyordu. Ama dışarısı dolu idi. Sandukaya dayandı. Biraz düşündü. Kavuk da bırakılacak bir şey değildi. Üzerinde sırmalı bir çevre vardı. Sanduka birdenbire kaydı. Çiroz Ahmet düşmemek için toplandı. Acaba evliya diriliyor muydu? Durdu, baktı, gülümsedi.
-Vay canına, yere mıhlı değilmiş be, dedi. Eğildi, altına bakmak için sandukayı kaldırdı. Bu gayet hafifti. İnce tahtadan yapılmış, üstüne yeşil çuha kaplanmıştı. Zihnindeki "çıkış plânı" tamamlandı. Kitaplarla şamdanları kucakladı. Bu sandukanın altına girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Durdu. Sandukanın altından elini çıkarıp yavaşça kapıyı açtı. Sol taraf caddeye çıkıyordu. Yakalanmak ihtimali vardı. Sağ taraftaki sokak tenha idi. Viranelikler çoktu. Ama yangın o tarafta idi. Herkes o tarafa birikmişti. Çiroz Ahmet, sandukanın altında uzun müddet düşünmedi. Paldır küldür kapıdan çıktı. Gürültüye başını çeviren halk şaşırdı. Herkes olduğu yerde kaldı, işte evliya kalkmış yürüyordu. Tulumbalar durdu. Şiddetle esen rüzgâr birdenbire durdu. İtfaiye askerleri korkularından ellerindeki baltaları, kancaları, hortumları düşürdüler. Sanduka yangına doğru yürüdü. İki tarafa açılıp yol veren ahali korkudan titriyordu. Sanduka, korkunç, manevî bir heybetle sallana sallana aralarından geçti, karanlıklarda kayboldu.
Türbeden evvelki iki ev de ateşten kurtulmuştu. Yanmayıp evliyasız kalan türbe, yine mahalledeki kutsiyetini muhafaza etti. Yalnız okuyanlar, yüzlerini eskisi gibi artık boş binaya çevirmiyorlar, kıbleye bakıyorlar: "İki gözüm, yangın gecesi bu tarafa gitti!" Diyorlardı.
(Ömer Seyfettin, Bomba, Rafet Zaimler Yayınevi, İstanbul 1968, s.187-189)
Elif Şafak’ın Pinhan Adlı Romanından Bazı Kısımlar:
PİNHAN ROMANINDAN
Sanduka örtüsünün hikâyesi, hiçbir zaman tam olarak açığa çıkartılamamışsa da, ağızlara sakız olmuş, bire bin katılarak evden eve, kulaktan kulağa nakledilmişti. Elbette işin en doğrusunu, olsa olsa Ceviziçi Tahir bilebilirdi. Gene de bu şaibeli hikâyenin" hakikate en yakın hali muhtemelen şöyleydi:
Yakın zamana kadar, Akrep Arif mahallesinin mürai ve laubali delikanlılarından, ve dolayısıyla da yüzkaralarından biri olan Sefih Ali, konu komşudan gizli hırsızlık eder, çalıp çırptıklarını da evinde istiflermiş. Habis huyları açığa çıkmasın diye mesleğini icra etmek için İstanbul şehrinin en uzak köşelerini seçermiş. (…) Çaldıkça çalmak, çırptıkça çırpmak, paralandıkça paralanmak hırsı bürümüş gözlerini.
Hal böyle olunca da, karnı doysa dahi gözü bir türlü doymayan Sefih Ali, şehr-i İstanbul'un meşhur yangınlarını birer ganimet fırsatı belleyip, yangın yerlerine dadanmaya başlamış. İşte ne olduysa, yine böyle bir yangın zamanı olmuş zaten. O yangın oracıkta, tam da o vakitte çıkmasaymış, Sefih Ali de civardan tesadüfen geçiyor olmasaymış, Nakş-ı Nigâr mahallesindeki nedamet çeşmesinin üzerine örtülmesi kabil olamazmış o pek kıymetli, ayet işlemeli evliya örtüsünün. (…)
Yangın Defterdar Celal mahallesinde çıktığında, bir başka kıyamet daha kıyam eylemiş şehr-i İstanbul'da. İstanbul dediğin, varlık âlemine gözlerini açtığı günden bu yana ne kıyametler atlatmış, çarnaçar bunu da atlatacak. (…)
Kıyamet dediysek, alevlerin meali herkes için bir olacak değil elbet. Malûm ya, her yangın nice insanı inim inim inletirken, bir de bakmışsın ki kiminin de yüzünü güldürür.
(…) Ve şeytana pabucunu ters giydirecek kadar kurnaz, mahallelisinin yüzkarası hırsız ve mürai Sefih Ali, minnetle aldığı bu suyu salt yüreğine serpmekle yetinmemişti. Tekmil kemiklerini, ve vücudunun her bir karesini onunla yıkamış, sıvamıştı. Hal böyle olunca da, evleri yakıp, canlara kastederek, usul usul tüten ocakları bir fiskede söndüren yangın, Akrep Arif mahalleli Sefih Ali'ye acil şifa vermişti. Zira onun için yangın demek ganimet demekti. Bu sebepten ötürü Sefih Ali, Defterdar Celal mahallesinden göğe yükselen alevleri görür görmez, sevinç naraları atmamak için kendini zor tutarak, hemen o yöne seğirtmişti.
Oysa, Sefih Ali'ye kalburdan eleğe kadar yağma fırsatı muştulayan yangın, pençesine geçirdikleri için felâketlerin en büyüğü idi. Defterdar Celal mahallesinin sakinleri sokaklara dökülmüş, feryad u figan ederek mallarını mülklerini alevlerin gazabından ve bu renk fevvaresini takip eden küllerin siyahından kurtarmak için canlarını dişlerine takmış uğraşıyorlardı. Malûm ya, İstanbul yangını, Anadolu ise salgını ile nâm salmıştı. Söz itibarıyla alışkındılar dört mevsim, gece gündüz, vakitli vakitsiz kapılarını çalan alevleri içeri buyur etmeye. Alışkındılar alışkın olmasına da, gelen misafirin iyiden iyiye arsızlaşıp evlerinde ne var ne yoksa götürmeye kalkmasına razı gelecek halleri de yoktu elbet.
(…) Kendi canını, malını kurtarmaya çalışanların ya da Sefih Ali gibi kıyametlerden parsa toplayanların dışında, alevlerin pençesinden uzak olduğu halde başkalarının imdadına koşanlar da bulunurdu her zaman.
İşte böyle bir gulgulenin tam ortasında, mahallelisinin yüzkarası, nâm-ı diğer Sefih Ali, keyifle, olan biteni izlemekteydi. Hiçbir fırsatı kaçırmamak için fıldır fıldır dönen gözleri, çok değil, birkaç adım ötesinden geçen bir karaltıyı seçince iri iri açılarak, fener alayı gibi parlamaya başladı.
(…)Yılların hırsızı, nâm-ı diğer Sefih Ali ise eğer, fıldır fıldır dolanan gözleri elbet kısa günün kârını bir yerlerde bulacaktı. Böyle düşünürken, sırtını yasladığı duvarın öte yanında uzanan evliya türbesini fark etti.
Türbe demek üç kollu gümüş şamdanlar, pirinç fiske şamdanlar ve hatta evliya şöyle büyüklerden biri ise, sandukanın üzerinde kıymetli bir örtü demekti ki, Sefih Ali pek severdi böylesi hazineleri.
İşte o gün de, Sefih Ali korkusunu pışpışladıktan sonra sağa, sola, göğe, toprağa bir göz attı. Ne yazık ki sığınabileceği bir karanlık yoktu ortada. Dört yana ışık saçan alevler duvarın ötesini de inatla aydınlatmaktaydı. Ne gam; omuzlarını silkip güldü Sefih Ali. Kıyıda köşede kalmış gölgeleri kendine siper edinerek, duvarı aştı. Serçe peşindeki kedi adımlarıyla türbeye yaklaşıp, alacağını alarak oradan sıvıştı.
Tam da o esnada, gerdanlığı çalınan dul kadın, bir eliyle öteki kadının başından yolduğu saç tutamını tutarken, bir eliyle de usulünce dövüşebilmek için bir tahta parçası yahut bir taş ararken, Sefih Ali'nin karaltısını seçti. Kadıncağız, donakalmak yerine, önce bir besmele çekip, ardından yanındaki yöresindeki insanlara ve bilhassa, bir dakika öncesine kadar tavuk boğazlar gibi boğazlamayı düşündüğü dul / kadına karaltıyı gösterdi. O vakit kavga sona erdi. Zira herkes görmüştü ki, evliya, yangın ve kavga yerinden uzaklaşmakta idi. O ulu kişi, pılını pırtısını toplamış, alevlerden, arbedelerden uzak ve sakin bir köşe bulmak üzere karanlığa dalmakta idi. Dul kadın, gerdanlık yüzünden çıkardığı patırtıdan dolayı af temenni eder gibi, ağlamaklı bir ifadeyle karaltının ardından fatiha okudu.
(Elif Şafak, Pinhan, Metis Yayınları, İstanbul 2001, s.72-78)
Son Söz: Elif Şafak, Ömer Seyfettin’i okumakla kötü etmemiş, iyi etmiş. Fakat eksik okumuş ve başka niyetle okumuş. Kendisine değerli Türk edebiyatı profesörü Hülya Argunşah’ın hazırladığı Ömer Seyfettin Külliyatını (Dergâh yayınlarından çıktı) baştan sona iyice ve halis niyetle okumasını salık veriyoruz. Böylelikle belki Ömer Seyfettin’in millî hassasiyet deryasından feyz alır da biraz kendi milletine ve tarihine karşı daha duyarlı olma melekesini kesbeder, belli mi olur?
Türkoğlu! Senden olmadığını söyleyenler, sana gelecekler ve senin yüzüne karşı senin aleyhinde ileri geri konuşacaklar. Seni aşağılayacaklar, seni kötüleyecekler ve bununla yetinmeyip senin de kendi milletini, tarihini, değerlerini aşağılamanı isteme yüzsüzlüğünü gösterecekler. Ensesi kararmış ve de kaşarlanmış herifler, Türk’e Türk düşmanlığı propagandasını geçim kaynağı edinecekler. Ne güne kadar bu yüzsüzlere yüz vereceksin?

Selin TEKİN




www.edebiyatotagi.com sitesinden alıntıdır.