Gönderen Konu: Tavuk!  (Okunma sayısı 7376 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Tonyukuk

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 140
Tavuk!
« : 05 Mayıs 2011 »
            Merhum Emekli Subay Şeref Tipi'nin kaleme aldığı ''Tavuk'' adlı öyküden oğlu sayın Canerhan Tipi Beğ'in kayıtlı olduğum yazışma öbeğine gönderdiği bir iletisi sayesinde haberdar oldum. Okurken fazlasıyla duygulandım.  Yörüğün, Türkmenin, özetle kara budundan Oğuz'un tarihin son bin yıllık döneminde yaşadıklarının özeti gibi... Merhum Şeref Tipi, 1904 yılında doğmuş 1998 yılında uçmağa varmış.  Merhum Tipi'nin 1940-42 yıllarında Diyarbakır 7. Kolorduda şifre subayı olarak görev yaptığı sırada kaleme aldığı öyküyü sizlerinde duygulanarak okuyacağınıza eminim. Merhum Şeref Tipi'nin ruhu şad olsun, öbür dünyada yeri ataların yanı olsun.

              T  A  V  U  K 

    İkinci büyük savaş üçüncü yılını dolduruyordu: Alman orduları Voronej'de, Don ırmağı doğusunda bir köprübaşı elde etmiş, Rostov'u almış, Kafkaslara doğru ilerliyordu.

Afrika kesiminde, Tobruk'da Mareşal Rommel, yirmi altı bin İngiliz'i tutsak almıştı. Sekizinci Britanya ordusunu yenmiş, Marsamatruh savunağını almış, İskenderiye dolayında, El Alameyn önünde  durmuştu. Mısır alan savaşı başlamak üzereydi. Anglosaksonların bütün umutları o yaz Rusların dayanıp dayanamayacaklarındaydı. Avrupa'da kıtlık vardı. Yunan elinde kadınların ve çocukların, çöplüklerde köpekler ve kedilerle birlikte yiyecek aradıkları söyleniyordu.

O yıl, Ankara'da  yanlış kestirilerek, aç uluslara yardım diye dışarıya çokça buğday gönderilmiş, yurtta sıkıntı almış yürümüştü. Ankara, suçu bölgelerini dolaşıp, iyice inceleme yapmadan bilgi vermeye kalkmış olan  ilbaylara atıyordu. İlbaylar ise Ankara'da,  poker masaları başından buyruklar savuran bakanlara yüklüyor, sayınlar suçu savuşturmaya dursun yurtta ekmek belge ile verilmeye başlıyordu: Yurttaş başına yüz gram... Bu ekmek  çok yerde darıdan ve çamur gibi... Fırınların önü solgun analarla dolu ve şeker otuz kuruştan yüz yirmi kuruşa fırlamış...

Savaşa girmemiştik ya, aradan  beş yıl geçmesine karşın  yurtta o Atatürk çağındaki esi, hem de hiç bir yönden kalmamıştı... Bize yine bir şeyler oluyordu. Bizde o bakış, o duruş, o gidiş artık görülmüyordu.
                                                           **
 Diyarbakır'ın hemen burnunun dibindeki göçmen köyünde ise durumun rengi, anlamı bambaşkaydı... Kürtlerin ikide bir yol kesip, yolcuları öldürüp, bölgeyi kana bulamalarından bıkan, artık her nasılsa bu işin temele ve varlığa saldırı olduğunu sezebilen  Ankara, bir göç tasarısı uygulamaya başlamıştı. Anadolu'nun yarısını bir milyon kürde bırakmanın ileride Türk ulusu için pek uğurlu olmayacağını anlamış, bölgeye Rumeli'den getirilen göçmen Türkleri yerleştirmeye başlamıştı. Ama, bunun sonu onlar için hiç de iyi olmadı. Anayurda gelmiş olmanın sevinci ile dolu ve dönen dolaplardan habersiz olan bu kadınlar ve çocuklar, az sonra neye uğradıklarını anlamayacaklardı. Neden mi? Neden olacak: Önce, 'Aç uluslara gönderiyoruz' diye  ellerinden yemeklik değil, daha yeni verilen tohumluk ekmeklik buğdayları alındı. Sonra evlerine barklarına saldırılarak kadınları, kızları kaçırıldı. Daha sonra bunlar ölü olarak şurada burada bulundu. Göçmenler şaşkındı. Türk'e benzemeyen, hara vara diye konuşan bu kişiler kimdi? Türkiye'ye geliyoruz diye nereye gelmişlerdi? Bulgar gavurundan bile görmediklerini görmek için mi onları buraya çağırmışlardı? Hani artık kendi yurtlarında, kendi bayrakları altında mutlu yaşayacaklardı?

Karşıda kolordunun, ilbaylığın bayrakları dalgalanıyor, orada Türk subayları, sivilleri, kadınları gezip, dolaşıyor ama ya şunlar kim? Türk köylüsü nerede? Eğer burada bunlar çoğunlukta ise, nasıl oluyor da ayrılık güdebiliyorlar, düzeni, yasayı bozabiliyorlar? Bulgarya'da da bütün köyler Türk, kim orada Bulgarya'ya kafa  tutabilir, ayrılık güdebilir? Hele bir denesin bakalım.

Öyleyse bu ne, bunlar kim, bu nasıl düzen?...

Geceleri böyle düşünüp duruyorlardı, karanlık köy odalarında. Biraz usu erenler, biraz okumuş, ya da aksakala varmış olanlar beğenmiyorlardı bu düzenin sonunu... "Balkan'ı gavura verip, geldikten sonra  da mı sağlam toprağa basmadı bizimkiler", 

"Azınlıklar ülke kurarken bin yıllık çoğunluk hala mı  sallantıda, bu ne iş", diyorlardı... 

Ama daha başlarına gelecek vardı. Bundan bilgileri yoktu:

Çok geçmeden köyde bir karın şişme, bir sancılanma, bir susamadır çıktı. İlk günler  pek aldırış etmediler ya, ölümler başlamıştı bile... Birer birer devrilip gidiyordu çoluk çocuk. Her gün, her evden bir kişi ölmeye başlayınca ilden bir doktor  gelebildi! Herifin cakasına doyum yoktu. Sıtma, dedi, gitti. Gitti ya ertesi yedi gün içinde her evden bir yerine, iki ölü çıkmaya başladı. Bu kez iki doktor geldi, onlar da anlamayınca beş doktor geldi. Aradılar, taradılar köy suyunda öldürücü bir mikrop olduğunda sözbir ettiler. Köy kuyusuna kişiler salındı, bir koca taşa bağlı çuval içinde bir şeyler çıkarıldı ve çıkarılan şeyin öldürücü bir nesne olduğu ortaya çıktı.

Bunu kuyuya  kim değil, çünkü bir kişi olamazdı, kimler atmıştı? Atmış da olamazdı, kimler attırmıştı? Bütün bu köylerin birden ölümünü isteyen kimlerdi ? Bölgede bu gibi Türk köylerini kendi çıkarları, kendi gelecekleri için  istemeyenler  kimlerse besbelli onlardı. Yani Kürtçülerdi... Demek onlar bu kadar örgütlenmiş, bu kadar hınçlanmış ve buraya kadar gelmişlerdi. Öyleyse  doğrudan doğruya Türk  ulusunu vurak[1]  seçmiş olan bu gözü kanlı, içi kanlı örgütle savaşı göze almak, Türk ulusunun  geleceği için  kaçınılmaz bir ödevdi...

Evet, ta bakanından polisine kadar tüm yönetim bunu anladığı halde hiç bir karşı önlem alınmadı. İki vah vah, bir ah ah... O kadar... Geldikleri  bu topraklardaki yönetimi de kendilerinden görmeyen ve daha ölmemiş olan göçmenler, verilen evleri barkları yüzüstü bırakıp, aç ve çıplak yollara düştü... Nereye?  Bıraksalar yine Bulgarya'ya ama, şimdilik yollara... Bitmez, tükenmez, ışımaz, doyurmaz, sulamaz ve soluk vermez yollara... Ölünceye kadar yollara...

Sanki Çinlilerin, sanki Moskofların tanklarından kurtulmak isteyen Türkistan Türkleri kaçıyordu ... Tiyanşan dağlarına sarmış gidiyordu. Vay gidi çilesi bitmeyen  ulus vay. Dilini istersen uydurmacı derler, adını istersen Turancı derler. Sağ düşman, sol düşman... Dışı bırak, Atatürk'ün daha korkuncu dediği iç düşman. Okuttuğun düşman, barındırdığın düşman... Bunu sonu yok Arkadaş ...                                     
**
Kaçmayanlardanmış o , kaçamayanlardanmış daha doğrusu. Yürümeye gücü olmayanlardanmış çünkü... Koca ölünce... Üç de arslanlar gibi onaltılık üçüz oğlan ölünce, anada zaten yaşama isteği kalmamıştı ki ...Hele o yıldız gözlü, ay yüzlü biricik kızı da yürüyemez olunca, artık nereye gidecekti, ne yapmaya gidecekti, yaşamak mı? O da ne ki? O da niye ki? Üç  onaltılıktan, bir de şu kızcağızdan, bir de o 'Türkiyem, Türkiyem' diye onları alıp buralara getirenden sonra ... Getirip de 'Türkiye' sinde suyuna öldürücü çuvallar atılarak öldürülenden sonra ... Geç canım...

Hayır, gitmemiş kalmış evinde... O iki komşu, yine kendileri gibi gidemez durumda olan o iki komşu ile birlikte kalmış... Hani bir avuncası da yok değilmiş: Ne de olsa Türk paşası, Türk ilbayı, Türk saylavı, demiş komşusu, elbet biri gelir, biri görür, biri bulur. Ama boş... Ne biri gelmiş, ne biri görmüş, ne biri bulmuş...

Gökten yere bir damla  su düşmediği o yağmur ayları, bütün ekinlerin kuruduğu o yağmur ayları, koca öküzün öldüğü o yağmur ayları kentte paşası da, ilbayı da, saylavı da akşam olunca ışıklı, sazlı, dondurmalı bahçelere çıkarlardı. Yerli, yabancı işyarlarla dolu bahçelerde geç sulara kadar dinlenirlerdi. Ulusun, bölgeleri gezip olan biteni görmek için altlarına verdiği süslü kendigiderleri[2]  ile  bir gün olsun köyden yana uğrayıp da şu göçmencikler ne yaparlar, ne ederler demediler. Türkleri bambaşka kardeşler sanan bu çekingen, bu yanık, kişicikler, doğrusu şimdi de pek şaşkın olmuşlardı.

Bu şaşkınlık içinde işte, sağlamlığından yana adlarına portakal sandığı denen yüz evden dördü kalmış, ötekiler nereye varacağı bilinmeyen yolları tutup gitmişlerdi. Kimsecikler bunların önüne çıkıp:  Nereye, niçin, neden gidiyorsunuz kardeşlerim, ağalarım, dayılarım, emmilerim dememişti ...
                                                           **
O kuşluk , "Yağlı tavuklar, tazecik yumurtalar" diyerek kapımdan geçen yaşlı, sarsak köylüden bütün bunları duymuştum. Onu bahçeye almıştım. Üç tavukla, bir horozu vardı. Tavuklardan birinin her gün  bir yumurta verdiğini söyledi. Dedi ki:

"Karşı köyden aldım. Kadıncağız vermek istemiyordu, ağlıyordu, ta Bulgarya'dan getirdim bunu ben, diyordu, günde bir yumurta verirdi üçüzlerime diyordu. Güzel bir de kızı vardı. Hangi sudan içmişse bacaklarına inmiş de yürüyemez olmuş, ötekilerle birlikte göçüp,gidememişler. O da açmış, ana ekmek, diye mırıldanıp dururmuş. Tavuğu, yumurtayı n'idecekler bayım, onlara ekmek gerek ekmek... İki ay var ki buğdaysızdırlar. Köylü dediğin ekmeksiz durabilir mi? Ekmeksiz, susuz durabilir mi? N'idersin, bu da geldi başlara...Ama ekmek nerden bulacaklar. Köylü diye onlara belge vermezler. Kente gelecekler de, bu sıcakta erlerden elli kuruşa somun alacaklar da.... Zaten son tavuğu kadının, satacak da somun alıp götüreceğim bay... Satacak başka şey kalmadığına, bölgede yolacak ot bulamadığına göre artık n'olacaklar bilmem... Ölecek onlar demek. Ölsünler bakalım. Daha ne gelinler, ne tosunlar, ne getikler öldü gitti. Onlarda ölsünler. N'idelim Tanrı bayrağa, toprağa, ulusa ölüş vermesin"

İçime o söyledikçe gecelerin olanca karanlıkları dolmuştu. Dinledim, pustum, utandım, öfkelendim, şaşırdım ve içeri gidip, geldim:

“Baba”, dedim. “Al şu tavuğu da, şu elli lirayı da, şu ekmekleri de, şu şekeri de onlara götür. Ara sıra bana uğra. Pazar günü de gel, beni al oraya götür. Ne olursun, sakın gelmeyi unutma”

Kişi iki gün sonra geldi. Tavuğu, parayı, bütün ötekileri geri getirdi. Oraya bir gün sonra vardığını, evde kimseleri  bulamadığını, kapının, pencerenin açık olduğunu, içerde sineklerden başka bir şey görmediğini söyledi.

“Ne olmuşlar”, diye bağırdım.

“Ana, kız ölmüşler” , dedi ...

Başka bir şey söylemeden, geri bakmadan, 'Taze yumurtalar, tavuklar' diye bağırmadan, ağır ağır gitti... Bu bir gidiş değil, bir küsüştü, bir kopuştu...Bizden... Bütün aydın geçinenlerden ...                             
                                                           **
Kızıl  ibiği sola yatık, kahverengi bir tavuk. Onu, onun, onların canlı anısı olarak o yıl avlumda, odamda, alıkoyup durdum. Erken kuşluklarda, bahçedeki havuzun başında kurulu karyolamın başına gelir: Kalksana artık, der gibi mırıldanıp, dururdu :
Godit dot dot ...
Godit
Dot.
Dot dot ...

Bu mırıltılarda ben ne acı, yazık öyküler dinlemezdim ...

 Yıl sonunda gezici bir görevle kentten ayrılırken bir arkadaşımın  bayanına :

“Ne olur kesmeyin. O bir anıdır. Bırakın ölünceye kadar avlunuzda bir anı olarak dolaşsın.  Ölünce bir ağaççığın altına gömüverirsiniz”, dedim  ve gittim...

Ben ayrılırken, arkamdan :

"Godit ... Dot... Dot... Godit" , diye söyleniyordu.

Neden sonra duydum ki, yıl başı gecesi arkadaşımın bayanı onu kestirmiş. Pilavını yerken, 'Ne de yağlı tavukmuş' diye de ağzını şapırdatmış... Yalamış dudaklarını ... Evet, bilirim o dudakları ben... Onca yılların, onca geceleri bir kez olsun, toplumla, toprakla ilgili bir sözcük dökülmemişti aralarından.

                                                                                             Şeref Tipi  1942 Diyarbakır
--------------------------------------------------------------------------------
[1] hedef

[2] otomobil

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
Ynt: Tavuk!
« Yanıtla #1 : 05 Mayıs 2011 »
Gerçek hayatın kısa bir kesitine, Türk yurdunda Türk'e reva görülen muameleye, ayna tutan bu öyküyü okuyunca; gözlerim dolu dolu oldu, içim burkuldu.
Vah talihsiz Türk, vah!
Öz yurdunda bile garip, öz vatanın da bile parya edilmiş sahipsiz Türk!

Bu ibretlik öykü ta ki 1942 yılında, bundan 69 yıl evvelinden olan bitenin resmi.
O gün bile o bölgeleri Türksüzleştirmek için ne denli sistematik ve insanlık dışı uygulamalar yapılmaktaymış.
O günden bu güne 69 yıl geçti ve neredeyse o bölgeler Türksüzleştirilmeye yüz tuttu.
Yani planlar başarıyla uygulandı.
Geçen 69 yıl zarfında gelişen olaylar sadece o bölgeyle sınırlı kalmadı. Nerdeyse bütün Türk yurtları gizli bir elin organizesiyle adeta kürt istilasına maruz kaldı.
Ve birileri haçlı batının yeni başkenti Bürüksel'in şefaatine sığınarak anayasamızdan Türklük adını bile çıkartmanın hülyalarına daldı.

Vah talihsiz Türk, vah!
Öz yurdunda bile garip, öz vatanın da bile parya edilmiş sahipsiz Türk!

Böylesine duygu dolu ve ibretlik bir tarihi vesika niteliğindeki paylaşımı için değerli karındaşım Tonyukuk Beğ'e teşekkür ederim.

TTK.
Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Çağrıbey

  • [GÖKBÖRÜ ANKARA]
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2148
  • Ne mutlu Türk doğup, Türk gibi yaşayana!
Ynt: Tavuk!
« Yanıtla #2 : 06 Mayıs 2011 »
Prof. Dr. Abdulhaluk Çay'ın "Her Yönüyle Kürt Dosyası" adlı kitabı uluslararası güçlerin, onlarca yıldır, Türkiyeyi bölmek ve parçalamak amacıyla bölgede neler yaptığını detaylı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Tonyukuk Beyin naklettiği olay; Türkiye'ye ve Türklere karşı oynanan oyunların ne denli acımasızca uygulamaya konulduğunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Ne diyelim? Tanrı Türk'e; akıl, fikir ve izân versin!
Tanrı Türk'e; akıl, fikir ve izan versin ki, "kümesin anahtarını tilkiye teslim etmek" gibi geleceğini AKP sine bir defa daha teslim etmesin!
Durum ve gidişat çok vahimdir.

Ne Mutlu Türk doğup, Türk gibi yaşayana...

Saygılarımla.

Çağrıbey


 

Çevrimdışı Atsız Gök-Börü

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 236
  • Tek Dağ Başı Mezar Oluncaya Kadar !
Ynt: Tavuk!
« Yanıtla #3 : 11 Temmuz 2011 »
       Okuyan Türk'ü  öçlendiren çok güzel bir yazı olmuş... Türk'ün , Türk'ten başka dostu yoktur demekle ne denmek isteniyor bir daha anlatılmış.

       Türk savaşın olmadığı zamanlar çok merhametlidir... Kapısını Çerkezlere açmıştır , kürtlere açmıştır, arnavutlara açmıştır , boşnaklara açmıştır. Ekmeğini bölüşmüş , açsa giydirmiş , açıksa evlendirmiş. Ama yine bu doyurup , barklandırdığımız azınlıklar Türk'ü güçsüz anında vurmaktan çekinmemişlerdir.

       Ve Türk yedi düvelle düğüşürken , kaybettiğimiz topraklarda " Türk bayrağından başka bayrak altında yaşmama " diyen ırkımın öz çocukları  , ana yurda göçmüşlerdir. Ve yine bu göçüp gelen ana yurdun öz sahibleri ; doyurup , barklandırdığımız azınlıkların en şerefsiz emellerine maruz kalmıştır. Bu yazı bunu en hisli şekilde anlatıyor.

       Bir gün öç günümüz, nasılsa gelecek !
         

       
GAYRI RAHATTA BULDUM CANIMA "İLK HARAMI "!

Çevrimiçi Üçoklu Börü Kam

  • Otağ Yöneticisi
  • Türkçü-Turancı
  • *****
  • İleti: 2234
Ynt: Tavuk!
« Yanıtla #4 : 03 Kasım 2014 »
          Diyarbakır'ın hemen burnunun dibindeki göçmen köyünde ise durumun rengi, anlamı bambaşkaydı... Kürtlerin ikide bir yol kesip, yolcuları öldürüp, bölgeyi kana bulamalarından bıkan, artık her nasılsa bu işin temele ve varlığa saldırı olduğunu sezebilen  Ankara, bir göç tasarısı uygulamaya başlamıştı. Anadolu'nun yarısını bir milyon kürde bırakmanın ileride Türk ulusu için pek uğurlu olmayacağını anlamış, bölgeye Rumeli'den getirilen göçmen Türkleri yerleştirmeye başlamıştı. Ama, bunun sonu onlar için hiç de iyi olmadı. Anayurda gelmiş olmanın sevinci ile dolu ve dönen dolaplardan habersiz olan bu kadınlar ve çocuklar, az sonra neye uğradıklarını anlamayacaklardı. Neden mi? Neden olacak: Önce, 'Aç uluslara gönderiyoruz' diye  ellerinden yemeklik değil, daha yeni verilen tohumluk ekmeklik buğdayları alındı. Sonra evlerine barklarına saldırılarak kadınları, kızları kaçırıldı. Daha sonra bunlar ölü olarak şurada burada bulundu. Göçmenler şaşkındı. Türk'e benzemeyen, hara vara diye konuşan bu kişiler kimdi? Türkiye'ye geliyoruz diye nereye gelmişlerdi? Bulgar gavurundan bile görmediklerini görmek için mi onları buraya çağırmışlardı? Hani artık kendi yurtlarında, kendi bayrakları altında mutlu yaşayacaklardı?


Ta 1942 li yıllarda olan olaylardan kısa bir kesit.
Ya şimdilerde neler oluyor?
Sivil kıyafetli Türk askerleri kafalarına arkadan sıkılan kurşunlarla yol ortalarında, eşlerinin yanında pazar yerlerinde infaz ediliyorlar.
Anadolu'nun yarısını bir milyon kürde bırakmanın ileride Türk ulusu için pek uğurlu olmayacağının bilinciyle bölgede alınan önlemler kalıcı ve sürekli olmadığı gibi süreç tam tersine işletilerek bölge Türksüzleştirilip kürtleştirilmiştir.
Bu gün itibariyle Anadolu'nun yarısı aciz ve hain yöneticiler eliyle bir avuç kahpe kürdün cirit attığı ve pervasızca cinayetler işlediği azap topraklarına dönüşmüştür.

Türk silkinip özüne dönmezse Anadolu'nun yarısı değil çok daha fazlasını elinden çıkartması işten bile değildir.

TTK.

Türk Soyunun Gizli Gücüne İNAN ve GÜVEN!

Çevrimdışı Gâzi'nin Yolu

  • Türkçü-Turancı
  • **
  • İleti: 18
  • Türkiye'den Türkistan'a; Türkistan'dan TURAN'A!!!
Ynt: Tavuk!
« Yanıtla #5 : 03 Kasım 2014 »
Çok hazin bir hikaye. Her okuduğumda içim burkuluyor.
Türklüğü bu kadere mecbur kılanlar kahrolsun!
 
Türkiye'den Türkistan'a; Türkistan'dan TURAN'A!!!
NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!
% 100 TÜRK