Gönderen Konu: EGEMENLİK VE ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ  (Okunma sayısı 6871 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı atsizcerisi

  • Türkçü-Turancı
  • ****
  • İleti: 216


EGEMENLİK VE  ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
 
 
82  yıllık  Cumhuriyet?in  varoluş felsefesi  ile  ilgili  bazı  temel kavramları,  ne yazık ki,  hâlâ  yerli  yerine  oturtabilmiş  değiliz.  Resmi  söylemde  ?Atatürk  İlkeleri?  olarak  adlandırılan  prensiplerin,  farklı  siyasal inanç  sahipleri ve  örgütlenmeler tarafından   politik  tutum  ve  yönelimlerini  meşrulaştırmak  amacıyla  çarpıtıldığını,  kendi  siyasal  ereklerinin  kılıfı  olarak kullanıldığını  görüyoruz. Hemen hemen bütün  siyasal  partilerin,  programları  ya  da  diğer  resmi belgelerinde  şu  veya  bu  şekilde  Atatürk  İlkeleri?ne  gönderme yapsalar bile,  siyasal  pratiklerinde  bu ilkelerin  gereklerini yerine  getirdikleri  söylenemez.
 
TBMM?de  temsil  edilen  partilerin  milletvekilleri,  göreve  başlarken ?namus ve şerefleri?  üzerine  ettikleri  yeminde  ?Atatürk  İlke  ve İnkılaplarına  bağlı  kalacaklarını?  taahhüt  ederler. Oysa  bu partilerin  hiçbiri  o ilkelerden biri olan  ?devletçiliği?  benimsemez. Aksine  liberal  ekonomi  politikalarının  ve bu çerçevede  IMF  reçetelerinin  savunucusu  ve  takipçisidirler.
 
Laiklik de,  kimilerince  ?din ve  devlet işlerinin birbirinden  ayrılması?  şeklinde,  kavram  devlet katı  ve siyasal ilişkiler düzlemiyle  sınırlanarak  ele alınır.  Kimileri de  kavramı  büyük  bir  kurnazlıkla  ?din ve vicdan  özgürlüğü,  dini  duygu ve  düşünceler  üzerinde baskı  olmaması? vb.  şekilde  tanımlayarak,  kutsal din  duygularının siyasete alet edilmesinin  meşru  bir aracı haline  getirir.  Oysa  her iki  anlayışın da  dini,  bir vicdan  meselesi, kişi  ile inandığı arasındaki ilişkiler bütünü  olarak  ele alan  ve sadece  devlet işlerinde  değil   ?millet  işlerinde? de  ?din  ve  dünyayı  tamamen birbirinden ayırmayı?  amaçlayan Kemalist  laiklik  anlayışı  ile  ilgisi  yoktur.  Ama  yukarıda  bahsettiğimiz  her iki  kesim de Atatürkçü  olduklarını,  Atatürk ilkelerine bağlı olduklarını  iddia  ederler !..
 
Benzer  bir  durum  halkçılık ilkesi  için de  geçerlidir. Birçoğu  için  halkçılık,  ?...siyasal meşruiyetin temelini halkla bulabilmektedir... ekonomik ve siyasal imtiyazların kaldırılmasıdır... çözümleri halk için, halkla beraber bulmaktır.? Oysa  kimi  doğruları  içerse bile,   bu anlayış  Mustafa Kemal?in  yaptığı  halkçılık  tanımından  çok farklıdır  ve  eksiktir. Mustafa Kemal, halkçılık  konusunu  ele  alırken  emeğe  ve çalışmaya  vurgu  yapar, Türk  halkını  ?kurtulmak,  yaşamak  için  çalışmak  ve  çalışmaya  mecbur olan bir halk?  olarak  tanımlar.  Daha  önemlisi  yurttaşların  sahip  olduğu  hakların temeli  olarak  çalışmayı  gösterir ve  ?her birimizin hakkı vardır.  Yetkisi vardır.  Fakat çalışma  sayesinde  bu hakkı kazanırız.?  der.  Bu  çerçevede  halkçılık,  Mustafa Kemal  tarafından, ??sosyal düzenini  çalışmasına,  hukukuna  dayandırmak  isteyen  bir  mesleki içtimai (doktrin)?  şeklinde tanımlanır.
 
Ama çok  daha  önemli  olan, Mustafa Kemal?in  bu tür  bir  halkçılığın ancak  ve  ancak  anti  emperyalist  ve anti  kapitalist  bir tutumla mümkün olacağının  bilincinde olmasıdır. İşte bu  nedenle  Mustafa Kemal,  ?bağımsızlığımızı  emin bulundurabilmek  için  heyeti umumiyemizce  (genel kurulumuzca)  heyeti milliyemizce (mili bütünlüğümüzce) bizi mahvetmek isteyen  emperyalizme karşı  ve bizi yutmak isteyen kapitalizme  karşı  heyeti  milliyece  savaşmayı caiz gören bir  mesleği takip eden  insanlarız?  anlayışındandır.  Diğer  bir ifade  ile  devrimci  Kemalist  halkçılık  anti emperyalist  ve anti  kapitalist  bir  tutum almaktır.
 
Son zamanlarda  bu  kafa karışıklığına  milliyetçilik ve  milli  egemenlik  konusu da  eklendi.  Atatürk  milliyetçiliği  anlayışı, bir  Türk-İslam  sentezi  yorumuna indirgenmeye  çalışılırken,  kimi  uyanıklar da egemenliğin millete  değil  Allah?a  ait  olduğunu, ?bu  topraklarda? Tanrı?nın hakim?  olduğunu  utangaç  bir şekilde  savunmaya başladılar. Dile  getirilen 4-5  doğrunun arasına  yerleştirilerek,  alıştıra  alıştıra  benimsetilmeye  çalışılan  bu  egemenlik anlayışı,  milleti ve milliyetçiliği,  din ve inanç  eksenli  ele  alan  bir bakış açısının ürünüdür.
 
Bu  görüş,  ?egemenlik  kayıtsız şartsız milletindir?  demesine  rağmen, hemen  arkasından  ?ama  inanç da  bireyindir. Bireyler  bir araya  gelir,  birlik  ve  beraberliği  sağlayarak  milleti  oluştururlar?  diyerek inanç  kavramını  milletin  ve  egemenliğin  önkoşulu,  yapıcı unsuru  olarak  ele almaktadır. Bu  anlayış,  her ne kadar  ?inançsızlık da bir inançtır?  ifadesiyle  din dışı  görünmeye çalışsa da,  ?bu topraklarda  hükümran ya  da  hakim  olan Tanrı?dır?  tespitinde  görüldüğü gibi, aslında  inancı belli  bir  din ve Allah  anlayışı çerçevesinde  tanımlamaktadır.
 
Oysa  inanç, siyasi-hukuki değil,  vicdani  bir meseledir, kavramdır.  Egemen  olduğu bir  yer  varsa,  o  da  inananların vicdanıdır,  bu  ülkenin  yönetimi  değil !..  Çünkü bu topraklarda  inananlar  olduğu  gibi,  inanmayanlar da  vardır. Dahası,  değişik  inançlara  sahip  olanlar da bulunmaktadır.
 
Bir Allah?a,  dine ya da  başka  bir düşünceye veya  görüşe  isteyen  inanır,  isteyen inanmaz. Bu  çeşitlilik nedeniyle, egemenlik  tek bir  inancın  tekeline  ya  da belirleyiciliğine bırakılamaz.  Onun için   egemenlik,  yani  hükümranlık  (ya  da  hakim  olma  durumu) Tanrı?ya  değil,  millete (ulusa)  aittir. Egemenliğin kaynağı öte dünyada ya da gökyüzünde  değil,  bu dünyadadır. Uhrevi  değil, dünyevidir.  Ulusun yetkili  kıldığı  organlar eliyle  kullanılır. Kimseye,  şu veya  bu nedenle,  devredilemez.
 
Üstelik  din,  Türk   milletini  oluşturan  unsurlardan  biri de değildir.  Bu  milletin  önemli  bir  oranı  müslüman  olsa  bile,  islamiyetin farklı  yorum  ve  uygulanış biçimlerini  benimsemiştir. Üstelik belli bir dini,  milleti oluşturan unsurlardan  sayan  anlayış,  farklı  dini  inanç sahiplerini dışlayıcı  bir  bakış  açısını  yansıtır. Zira Türkiye?de  islami  inanca  sahip  olanlar kadar,  Hıristiyan ve Musevi  inancına  sahip, hatta  herhangi bir dini  inancı  olmayan  vatandaşlarımız  da  bulunmaktadır ve onlar da Türk milletinin  ayrılmaz  parçasıdırlar.
 
Din  milleti  oluşturan unsurlar  arasında  sayılamayacağı gibi,  birleştirici  bir  unsur olarak da  değerlendirilemez.  Eğer öyle olsaydı,  islam  dinine  inanan  tüm Arapların  tek bir millet ve ulus-devlet  çatısı altında  birleşmeleri ya  da  ağırlıkla Katolik olan Güney Amerika  halklarının  tek bir  millet  olarak kabul  edilmeleri gerekirdi.
 
Kısacası, milleti  belli  bir  dinin  belirleyiciliğinde tanımlamak  ya da  belli  bir dini  milleti  oluşturan ya da  birleştiren  unsurlardan  saymak,  felaketler  doğuracak sonuçlara  gebedir.  Aynı  dine mensup olan Irak halkının,  Şiiler  ve  Sünniler  şeklinde din ekseninde  bölünerek  Irak?ı  işgal  eden  emperyalistlere  karşı  nasıl  bir acizlik  sergiledikleri  ve tek bir milli  duruş  gösterememeleri  bu konuda  ders  alınması  gereken  bir örnek olarak durmaktadır.
 
Atatürk, Türk-İslam  sentezini  Türk milliyetçiliği  diye benimsetmeye çalışan  görüşten farklı olarak, Türk milletini  ?Türkiye  Cumhuriyeti?ni  kuran  Türkiye    halkına  Türk  milleti  denir?  şeklinde  tanımlar. Bu  anlayış,  din/inanç  temelli  milliyetçilik  bakışından farklı olarak,  Cumhuriyet?e  ve  onun  kurulmasına  katkı  yapma  ve bu  tarihi - siyasal mirasa  sahip  çıkma, onu  geleceğe  taşıma  ülküsü  ve  kararlılığı  temelinde  yükselir.  Egemenlik,  hiç  bir  ırkçı,  şoven  ve dini  dışlayıcılık  olmadan, ortak tarih temelinde ve ortak  bir  geleceğe yürütme  ideali  ekseninde  tanımlanan  Türk  milletinindir.    
 
Bu bağlamda  şu  da  belirtilmelidir ki,  egemenliğin  millete ait olduğunu kabul etmek,  inançsız olmak  demek  değildir. Egemenlik sorununu  ilahi bir  mesele  değil,  siyasi-toplumsal bir  konu olarak ele  almak  ve  milletin  iradesini,  her şeyin  üstünde  tutmak,  egemenliğin  kaynağı  olarak  en üst  otorite kabul etmek  demektir.
 
Aksini  savunan bir  milliyetçilik,  ?ya  Allah  Bismillah, Allahu Ekber?  diye  tekbir  getirmeyi  kutsayan, bu  tavrı ulusal hassasiyetlerin  önüne  çıkaran,  Allah iradesini  millet iradesinin  üstüne  koyan  bir  anlayıştır.  Bu  Atatürk milliyetçiliği değil, Türk-İslam sentezi  anlayışı,  12 Eylül  felsefesidir.
 
Türkiye?yi  son  35  yılda bugünkü  çıkmaza  ve  toplumsal  çatışmalar aşamasına  getiren ve  Soğuk Savaş  ürünü  olan  milliyetçilik anlayışı  budur. Soğuk Savaş?ın  son bulmasıyla  iflas  eden  ve tükenen  bu  anlayışın  günümüzdeki  tüm çabası da  Atatürk  adı  ve mirasını  kullanarak kendini  yeniden  üretebilmektir.    
 Selahattin Erol
www.ezgiboard.com
 
ATSIZIN ÇERİSİ

Çevrimdışı ALBAY_TURK

  • Yeni Üye
  • *
  • İleti: 5
    • http://www.ezgiboard.com
EGEMENLİK VE ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
« Yanıtla #1 : 05 Şubat 2006 »
EGEMENLİK VE  ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
 
Selahattin Erol
 
82  yıllık  Cumhuriyet?in  varoluş felsefesi  ile  ilgili  bazı  temel kavramları,  ne yazık ki,  hâlâ  yerli  yerine  oturtabilmiş  değiliz.  Resmi  söylemde  ?Atatürk  İlkeleri?  olarak  adlandırılan  prensiplerin,  farklı  siyasal inanç  sahipleri ve  örgütlenmeler tarafından   politik  tutum  ve  yönelimlerini  meşrulaştırmak  amacıyla  çarpıtıldığını,  kendi  siyasal  ereklerinin  kılıfı  olarak kullanıldığını  görüyoruz. Hemen hemen bütün  siyasal  partilerin,  programları  ya  da  diğer  resmi belgelerinde  şu  veya  bu  şekilde  Atatürk  İlkeleri?ne  gönderme yapsalar bile,  siyasal  pratiklerinde  bu ilkelerin  gereklerini yerine  getirdikleri  söylenemez.
 
TBMM?de  temsil  edilen  partilerin  milletvekilleri,  göreve  başlarken ?namus ve şerefleri?  üzerine  ettikleri  yeminde  ?Atatürk  İlke  ve İnkılaplarına  bağlı  kalacaklarını?  taahhüt  ederler. Oysa  bu partilerin  hiçbiri  o ilkelerden biri olan  ?devletçiliği?  benimsemez. Aksine  liberal  ekonomi  politikalarının  ve bu çerçevede  IMF  reçetelerinin  savunucusu  ve  takipçisidirler.
 
Laiklik de,  kimilerince  ?din ve  devlet işlerinin birbirinden  ayrılması?  şeklinde,  kavram  devlet katı  ve siyasal ilişkiler düzlemiyle  sınırlanarak  ele alınır.  Kimileri de  kavramı  büyük  bir  kurnazlıkla  ?din ve vicdan  özgürlüğü,  dini  duygu ve  düşünceler  üzerinde baskı  olmaması? vb.  şekilde  tanımlayarak,  kutsal din  duygularının siyasete alet edilmesinin  meşru  bir aracı haline  getirir.  Oysa  her iki  anlayışın da  dini,  bir vicdan  meselesi, kişi  ile inandığı arasındaki ilişkiler bütünü  olarak  ele alan  ve sadece  devlet işlerinde  değil   ?millet  işlerinde? de  ?din  ve  dünyayı  tamamen birbirinden ayırmayı?  amaçlayan Kemalist  laiklik  anlayışı  ile  ilgisi  yoktur.  Ama  yukarıda  bahsettiğimiz  her iki  kesim de Atatürkçü  olduklarını,  Atatürk ilkelerine bağlı olduklarını  iddia  ederler !..
 
Benzer  bir  durum  halkçılık ilkesi  için de  geçerlidir. Birçoğu  için  halkçılık,  ?...siyasal meşruiyetin temelini halkla bulabilmektedir... ekonomik ve siyasal imtiyazların kaldırılmasıdır... çözümleri halk için, halkla beraber bulmaktır.? Oysa  kimi  doğruları  içerse bile,   bu anlayış  Mustafa Kemal?in  yaptığı  halkçılık  tanımından  çok farklıdır  ve  eksiktir. Mustafa Kemal, halkçılık  konusunu  ele  alırken  emeğe  ve çalışmaya  vurgu  yapar, Türk  halkını  ?kurtulmak,  yaşamak  için  çalışmak  ve  çalışmaya  mecbur olan bir halk?  olarak  tanımlar.  Daha  önemlisi  yurttaşların  sahip  olduğu  hakların temeli  olarak  çalışmayı  gösterir ve  ?her birimizin hakkı vardır.  Yetkisi vardır.  Fakat çalışma  sayesinde  bu hakkı kazanırız.?  der.  Bu  çerçevede  halkçılık,  Mustafa Kemal  tarafından, ??sosyal düzenini  çalışmasına,  hukukuna  dayandırmak  isteyen  bir  mesleki içtimai (doktrin)?  şeklinde tanımlanır.
 
Ama çok  daha  önemli  olan, Mustafa Kemal?in  bu tür  bir  halkçılığın ancak  ve  ancak  anti  emperyalist  ve anti  kapitalist  bir tutumla mümkün olacağının  bilincinde olmasıdır. İşte bu  nedenle  Mustafa Kemal,  ?bağımsızlığımızı  emin bulundurabilmek  için  heyeti umumiyemizce  (genel kurulumuzca)  heyeti milliyemizce (mili bütünlüğümüzce) bizi mahvetmek isteyen  emperyalizme karşı  ve bizi yutmak isteyen kapitalizme  karşı  heyeti  milliyece  savaşmayı caiz gören bir  mesleği takip eden  insanlarız?  anlayışındandır.  Diğer  bir ifade  ile  devrimci  Kemalist  halkçılık  anti emperyalist  ve anti  kapitalist  bir  tutum almaktır.
 
Son zamanlarda  bu  kafa karışıklığına  milliyetçilik ve  milli  egemenlik  konusu da  eklendi.  Atatürk  milliyetçiliği  anlayışı, bir  Türk-İslam  sentezi  yorumuna indirgenmeye  çalışılırken,  kimi  uyanıklar da egemenliğin millete  değil  Allah?a  ait  olduğunu, ?bu  topraklarda? Tanrı?nın hakim?  olduğunu  utangaç  bir şekilde  savunmaya başladılar. Dile  getirilen 4-5  doğrunun arasına  yerleştirilerek,  alıştıra  alıştıra  benimsetilmeye  çalışılan  bu  egemenlik anlayışı,  milleti ve milliyetçiliği,  din ve inanç  eksenli  ele  alan  bir bakış açısının ürünüdür.
 
Bu  görüş,  ?egemenlik  kayıtsız şartsız milletindir?  demesine  rağmen, hemen  arkasından  ?ama  inanç da  bireyindir. Bireyler  bir araya  gelir,  birlik  ve  beraberliği  sağlayarak  milleti  oluştururlar?  diyerek inanç  kavramını  milletin  ve  egemenliğin  önkoşulu,  yapıcı unsuru  olarak  ele almaktadır. Bu  anlayış,  her ne kadar  ?inançsızlık da bir inançtır?  ifadesiyle  din dışı  görünmeye çalışsa da,  ?bu topraklarda  hükümran ya  da  hakim  olan Tanrı?dır?  tespitinde  görüldüğü gibi, aslında  inancı belli  bir  din ve Allah  anlayışı çerçevesinde  tanımlamaktadır.
 
Oysa  inanç, siyasi-hukuki değil,  vicdani  bir meseledir, kavramdır.  Egemen  olduğu bir  yer  varsa,  o  da  inananların vicdanıdır,  bu  ülkenin  yönetimi  değil !..  Çünkü bu topraklarda  inananlar  olduğu  gibi,  inanmayanlar da  vardır. Dahası,  değişik  inançlara  sahip  olanlar da bulunmaktadır.
 
Bir Allah?a,  dine ya da  başka  bir düşünceye veya  görüşe  isteyen  inanır,  isteyen inanmaz. Bu  çeşitlilik nedeniyle, egemenlik  tek bir  inancın  tekeline  ya  da belirleyiciliğine bırakılamaz.  Onun için   egemenlik,  yani  hükümranlık  (ya  da  hakim  olma  durumu) Tanrı?ya  değil,  millete (ulusa)  aittir. Egemenliğin kaynağı öte dünyada ya da gökyüzünde  değil,  bu dünyadadır. Uhrevi  değil, dünyevidir.  Ulusun yetkili  kıldığı  organlar eliyle  kullanılır. Kimseye,  şu veya  bu nedenle,  devredilemez.
 
Üstelik  din,  Türk   milletini  oluşturan  unsurlardan  biri de değildir.  Bu  milletin  önemli  bir  oranı  müslüman  olsa  bile,  islamiyetin farklı  yorum  ve  uygulanış biçimlerini  benimsemiştir. Üstelik belli bir dini,  milleti oluşturan unsurlardan  sayan  anlayış,  farklı  dini  inanç sahiplerini dışlayıcı  bir  bakış  açısını  yansıtır. Zira Türkiye?de  islami  inanca  sahip  olanlar kadar,  Hıristiyan ve Musevi  inancına  sahip, hatta  herhangi bir dini  inancı  olmayan  vatandaşlarımız  da  bulunmaktadır ve onlar da Türk milletinin  ayrılmaz  parçasıdırlar.
 
Din  milleti  oluşturan unsurlar  arasında  sayılamayacağı gibi,  birleştirici  bir  unsur olarak da  değerlendirilemez.  Eğer öyle olsaydı,  islam  dinine  inanan  tüm Arapların  tek bir millet ve ulus-devlet  çatısı altında  birleşmeleri ya  da  ağırlıkla Katolik olan Güney Amerika  halklarının  tek bir  millet  olarak kabul  edilmeleri gerekirdi.
 
Kısacası, milleti  belli  bir  dinin  belirleyiciliğinde tanımlamak  ya da  belli  bir dini  milleti  oluşturan ya da  birleştiren  unsurlardan  saymak,  felaketler  doğuracak sonuçlara  gebedir.  Aynı  dine mensup olan Irak halkının,  Şiiler  ve  Sünniler  şeklinde din ekseninde  bölünerek  Irak?ı  işgal  eden  emperyalistlere  karşı  nasıl  bir acizlik  sergiledikleri  ve tek bir milli  duruş  gösterememeleri  bu konuda  ders  alınması  gereken  bir örnek olarak durmaktadır.
 
Atatürk, Türk-İslam  sentezini  Türk milliyetçiliği  diye benimsetmeye çalışan  görüşten farklı olarak, Türk milletini  ?Türkiye  Cumhuriyeti?ni  kuran  Türkiye    halkına  Türk  milleti  denir?  şeklinde  tanımlar. Bu  anlayış,  din/inanç  temelli  milliyetçilik  bakışından farklı olarak,  Cumhuriyet?e  ve  onun  kurulmasına  katkı  yapma  ve bu  tarihi - siyasal mirasa  sahip  çıkma, onu  geleceğe  taşıma  ülküsü  ve  kararlılığı  temelinde  yükselir.  Egemenlik,  hiç  bir  ırkçı,  şoven  ve dini  dışlayıcılık  olmadan, ortak tarih temelinde ve ortak  bir  geleceğe yürütme  ideali  ekseninde  tanımlanan  Türk  milletinindir.    
 
Bu bağlamda  şu  da  belirtilmelidir ki,  egemenliğin  millete ait olduğunu kabul etmek,  inançsız olmak  demek  değildir. Egemenlik sorununu  ilahi bir  mesele  değil,  siyasi-toplumsal bir  konu olarak ele  almak  ve  milletin  iradesini,  her şeyin  üstünde  tutmak,  egemenliğin  kaynağı  olarak  en üst  otorite kabul etmek  demektir.
 
Aksini  savunan bir  milliyetçilik,  ?ya  Allah  Bismillah, Allahu Ekber?  diye  tekbir  getirmeyi  kutsayan, bu  tavrı ulusal hassasiyetlerin  önüne  çıkaran,  Allah iradesini  millet iradesinin  üstüne  koyan  bir  anlayıştır.  Bu  Atatürk milliyetçiliği değil, Türk-İslam sentezi  anlayışı,  12 Eylül  felsefesidir.
 
Türkiye?yi  son  35  yılda bugünkü  çıkmaza  ve  toplumsal  çatışmalar aşamasına  getiren ve  Soğuk Savaş  ürünü  olan  milliyetçilik anlayışı  budur. Soğuk Savaş?ın  son bulmasıyla  iflas  eden  ve tükenen  bu  anlayışın  günümüzdeki  tüm çabası da  Atatürk  adı  ve mirasını  kullanarak kendini  yeniden  üretebilmektir.    
 
 
 


Türkiye Türklerindir ve gerçek Türkler tarafından yönetilmelidir; devşirmeler tarafından değil!