GENEL KONULAR OTAĞI > SOYDAŞLARIMIZIN UĞRAŞLARI

Roman Denemesi

(1/6) > >>

4_hilal:
Ben bir roman denemesine başladım geçen ay.
Romanda Selçuklu'ların doğuşunu ele almaya çalışıyorum.
Tavsiyeleriniz, önerileriniz, eleştirileriniz olursa duymak dilerim.
Atsız Ata'yı mı taklit ediyorsun demeyin, çünkü cevap elbette kocaman bir EVET'tir.


Onbaşı Günbudun(1)

988 yılının serin bir bahar günüydü. Güneş ışıklarını olanca güzelliğiyle heryere vuruyordu.
Gökyüzü masmaviydi. Yakınlardan çağlayan bir pınarın sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu.
Uzandığı yerde gözünü açmıştı ki bir akdoğanın başka bir kuşu avlamakla meşgul olduğunu görür gibi oluyordu.
Gözlerini ovdu tekrar aynı yöne baktı. Evet gördükleri doğruydu. Bir akdoğan avladığı kuşu önce pençeleriyle etkisiz hale getirmekle meşguldü. Hafiften gülümsedi. Bu bir muştu habercisiydi. Uğurdu.

Yerinden doğruldu, kalktı ve az öteye seğirtti.
Nedendir bilinmez, terlemişti.
Kollarını çemirledi, üstünü başını düzeltti.
Ağacın kenarına bıraktığı pusatlarını aldı.
Önce sadağın içindeki okları dizdi sonra sadağını sırtına asarken, kılınç kuşağını bağladı. Kılıncını kınından çıkardı ve bir lahza baştan sona inceledi. Düşünceliydi. Bunlu değildi fakat kafasından türlü düşünceler geçiyordu. Daha fazla beklemeden kılıncı kinina soktu ve kuşağına astı. Yayını omzuna asarken bir yandan bıçağını da yerleştirdi. Pusatları kuşanmış yine türlü uğraşlara hazır hale gelmişti.

Kimdi bu bahadır?

Çemirlediği kolları yara içindeydi, yüzünde de büyük ve derin bir yaranın izi güneş ışıklarını bir ayrı aksettiriyor gibi parlıyordu. Bundan başka irili ufaklı birçok yara izleri seçilebiliyordu. Çok uğraşlar görmüş olduğu, çok vuruş kırışlara girdiği her halinden belliydi.

Aklına atı geldi, bakındı sağa sola. Yoktu. Gülümsedi. Deli kız dedi içinden, kimbilir en güzel otları bulmak için ne kadar uzaklaşmıştı. Deli kız tam bir deli kız idi. Bundan 4 yıl evvel Deli Kız eşkin bir yaban tayi iken, onu sürüden kopmuş bir vaziyette geride kalmış olarak bulduğunda, belki de yetişmese kan kaybından ölecekti. Ayağındaki derin bir yara onun sürüye yetişmesini engelliyordu. Sürü olağanüstü bir vaziyette olmasa bu tayı asla yalnız bırakmazdı. Fakat sürü birileri tarafından avlanıyor olmalıydı. Mevsim uygundu. Taze kımız için kısrak bakılması olağandı. Kımız illa ki yaban taylarının sürülerinden seçilen kısraklardan yapılırdı. Kişioğlu başka ne içerdi ki bu acunda. Şu ve kımızdan gayri. Anne sütünden kesilen her Türk çocuğuna mutlaka kımız tattırılırdı.
Bir kez tadılan kımızdan birdaha asla vezgeçilemezdi. Kutlu bir şeydi kimiz. Köktanrı kişioğulları için neler yaratıyordu.

Deli Kız’ı ıslık çalarak çağırdı, bakıştılar bir lahza. Ben de hazırım der gibi bir hali vardı.
Birden yere çömeldi bahadır kulağını yere dayadı, sonra tekrar doğruldu. Biraz ileriye seğirtip bir kaya parçasının yanına vardı, kulağını kayaya dayadı ve geliyorlar dedi. Ufukta görünen yoktu, yaklaşabilecek atlıların tozbulutu dahi görünmüyordu. Gözleri yanlış görebilirdi, kişioğlunun gözleri yanılabilirdi fakat kulağı asla yanlış işitmezdi.
Atalarından öğrendiği şekilde vaziyet alması, olası bir tehlikeye karşı hazırlanması gerekirdi.
Kafasından türlü fikirler geçti. Gelenler kaç kişi olabilirdi. Sadağında 14 tane ok var, bıçağı ve kılıncı da sayarsak tam teçhizatlı hazırdı. Deli Kız’ın oturması için yelesinden tutup diğer eliyle üzengisinden kavradı çekti. Deli Kız anlamıştı.
İtiraz etmeden arka ayaklarını kırıp, ön ayaklarını uzatıp yere oturdu.
Bahadır önce basındaki üçgen kıvrımlı börkü düzeltip tekrar az önce dinleme yaptığı kayaya yaklaştı.
Tekrar kulak kabarttı, yaklaştılar iyice dedi. Bir zaman sonra ufukta bir toz bulutu belirdi, kalabalık bir kafile olduğunu anlamakta gecikmedi. Köktanrı bilir dedi, 3 defa tekrarladı. Köktanrı herşeyi bilir dedi.
Derin bir nefes aldı, sadağından 3 tane ok çıkarıp aynı anda 3 oku yayına yerleştirdi. Bir an yayı gerdi, okları gezledi. Sonra tekrar elini gevşetti. Evet şimdi iyice hazırdı, beklemekten başka yol kalmamıştı.
Kişioğlu herşeye hazırlıklı olmalıydı. Bulunduğu yerin yanından 2 ayrı patika geçtiği izlerden belliydi.
Yeni yeşeren taze otlardan dolayı bazı yerlerde izler daha belirsizleşmişti. Nasıldır bilinmez, atlılar bahadırın yanına yaklaşınca, 70 adımlık mesafede durdular. Atlarından inip yaya olarak yaklaşmaya başladılar.
90 kişi kadar varlardı. Görünürde hepsi de baştan ayağa pusatlı yaman bahadır kişiler olarak anlaşılıyordu.
Deli Kız tanıdık atlar görmüş gibi bir çırpıda ayağa fırladı, bahadır kişi de doğruldu ayağa kalktı. Şimdi kendisi de yeni gelenlere doğru yürümeye başladı. Gelenler yağı değildi, dost kişiler olduklarını anlamıştı.
En önde gelen kişinin börkünde Akdoğan tüyleri seçiliyordu. Bu kişi bir yüzbaşı olmalıydı. Yüzbaşılar börklerine
Akdoğan tüyleri takarlardı, bu onların rütbe işareti idi. Bizim bahadır 15 adım kala yere diz vurdu ve başını hafiften eğdi. Bunu gören yüzbaşı kalk onbaşı dedi. Bizim bahadır yerden kalkmadan "buyruk senindir" yüzbaşım dedi.

Yüzbaşı berikinin onbaşı olduğunu börkündeki işaretten bilmişti. Bizim onbaşı bahadıra seslendi.
Kendini tanıt sen hangi Tümen’e bağlısın dedi. Tümen onbin kişilik bir kuvvet demekti.
Onbaşı cevapladı; ben Aytunga Alp Tümeninden onbaşı Günbudun dedi.
Yüzbaşının bakışları daha da sertleşti. Bahadırların ne oldu? Onbaşı Günbudun; "Köktanrı yarlıgasın Uçmağ'a vardılar" dedi.




15 Mart 2016, yeni günün ilk saati,
Alp Aldatmaz,


4_hilal:
Onbaşı Günbudun(2)

Derin bir iç çekti yüzbaşı. Temir Yalığ bizi sizin ardınızdan yedek kuvvet olarak yolladı dedi.
3 tane yüzbaşı 300 kişilik kuvvetle dörtnala atlarını çatlatırcasına yol almışlardı.
Hatta yolda haçlı Gürcüler ile vuruşmuşlardı. 2 yüzbaşı ve birçok bahadır Uçmağ’a varmıştı.
Kendileri çok kayıplar vermekle birlikte 700’den fazla haçlı Gürcü’nün pis canını Od Tamu’ya yollamışlardı.
1000 kişi kadar olan haçlı Gürcüler verdikleri ağır kayıplardan sonra çil yavrusu gibi dağılmışlardı dört yana.
Gürcü Kral III.Liparit’in meşhur komutanlarından birinin kuvvetleriydi bunlar.
Gürcüler konuşmaya değer kişiler değildi, karşılarında pusatlı Oğuz bahadırlarını gördüklerinde vuruş kırış kaçınılmazdı. Nitekim de öyle olmuştu zaten.
Son hayatta kalan yüzbaşı Börükan idi. Sağ kalan bahadırlarını ve diğer iki uçmağa varan yüzbaşıların bahadırlarını toplamış, 300 kişiden 90 kişi kadar kalmışlardı.
Bu yeni topraklar şimdiden Oğuz kanları ile sulanmaya başlamıştı.
Bu hem iyi hem kötü idi. Hesaplar tam tutmamış, beklenmedik kuvvetler ile karşılaşmışlardı.
Bu çok kötü olmuştu. Fakat bir taraftanda bu yeni toprakların Oğuz kanı ile sulanması kutlu idi, Oğuz’un kan verdiği can verdiği yer er geç mutlak Oğuz’un olurdu, bu Köktanrı’nın değişmez yasası idi.
Köktanrı kişioğullarını yaratmış, onların üstünde Oğuzları yaratmıştı.
Oğuzların başında Kağan, Kağan’ın buyruğunda da Batı Türk Elinde Yabgu olurdu.
İşte bu bahadırlar, Oğuz Yabgu’luğunun buyruğundaki bahadırlardı.
Temir Yalığ Oğuz’ların Kınık boyunun en ulu kişisiydi. Kınık Boyundan başka Salur Boyunun, çeşitli Avşar Oymaklarının ve Bayat bahadırları da Temir Yalığ’a bağlıydı.
Temir Yalığ Oğuz Yabgu’luğunun en büyük komutanlarından biriydi.
Yınal Yabgu’nun en güvendiği Başkomutanı idi.
Temir Yalığ’dan sonra yeğeni Selçuk beğ geliyordu.
Selçuk beg tüm Kınık’ların Başbuğ’u idi. Başbuğ Başkomutan’dan sonraki en rütbeli kişi idi.
Bir veya bazen birden fazla Tümenbaşılar onun buyruğunda olurdu.

Yüzbaşı Börükan derin bir iç çekti, şimdi görüyordu ki, yetişememişler ve kendilerinden önce gelen 500 kişilik öncü kuvvetler de bozulmuştu. Hayatta kalan ilk buldukları kişi Onbaşı Günbudun idi.

Onbaşı Günbudun’dan bütün olanı biteni dinlemek istiyordu.
Önce atlar serbest bırakıldı otlasınlar diye. Sonra birkaç bahadıra buyruklar vererek konaklayacakları yerin hazırlanmasını istedi. Çalı çırpı toplanmaya başlandı, mahir Oğuz elleri hemen oracıkta bir Başbuğ otağı hazırlıyordu. Başlarında güngörmüş yağız bir bahadır olan Yüzbaşı Börükan vardı ve geleneğe göre Türk Türesine göre şuanda hepsinin Başbuğ’u idi. Daha rütbeli bir başka Oğuz subayı ile biraraya gelene kadar komuta onda olacaktı. Oğuzlar emir komuta zincirini asla bozmazlardı. Bu kişioğlunun düşeceği en utanç verici hata olurdu.
Görülmüş şey değildi.

Köktanrı buyurur, Kağan’a duyurur, Türe yürürdü.

Kişioğulları için Türk Türesinden daha kıymetli birşey olamazdı.
Türeden ayrılırlarsa Köktanrı kızgın olurdu, türlü haller gelirdi başlarına.
Bunu Oğuz atalardan defalarca dinlemişler, zaman zaman kendileri de yaşamış görmüşlerdi.

Bir büyük ve 3 küçük ateş yakıldı. Birkaç bahadır avlanmak için ayrıldılar, yanlarında yeteri kadar yiyecek yoktu. Kurutları tükenmek üzereydi. Kişioğlu et yemeden cenk edemezdi.
Kol kuvveti, us kuvveti yerinde olmazdı.
Kımızları az olsa da yetiyordu. Çünkü Oğuz bahadırlarına bir hal olmuştu.
Son büyük Kurultay sonrası yapılan toyda, kımızlar çok içilip esrimiş olan kimi bahadırları gören bazı bahadırlar artık pek az kımız içer olmuşlardı.
Esrimek haram diyorlardı. Albız alsın Oğuz’a ne oluyordu böyle. Haram da neydi! Türk dilinde duymadıkları bir nesne idi bu. Oğuzlar bilmedikleri nesneler duyunca öğrenmeyi severlerdi.
Kol kadar us kuvveti gerekti, us kuvveti bilgiden gelirdi. Bilgi herkesten alınmazdı.
Oğuz’lar sadece bir başka Oğuz’dan yahut bir başka Türk kollarının mensubundan bilgi alırlardı.
Toyda esrimedikten sonra, kendinden biraz geçmedikten sonra toyun manası yitiyordu.

Kurultaylar Kam’ların yakarışı ile başlar, Oğuz atalar anılır, ruhlar yad edilir, bu vefa ile gönüller şad olurdu.
Oğuz’lar şaduman olursa, Köktanrı işleri iyi ederdi, Umay bereket verirdi.
Herkes Kam’larla birlikte hüzünlenir, Uçmag’a varan ruhlar yad edilirdi.
Tanrı Kut Oğuz Mete Han’dan beridir böyle değil miydi!

Fakat işte Türk Türesi mi değişiyordu nedir, Oğuz bahadırları ata inancından başka inanışları benimser olmuştu.
Temir Yalığ çok sevdiği Selçuk beğ’e birşey demiyordu, fakat Selçuk beğ’de etrafındaki kimi Oğuz bahadırları ile tapınıyordu. Ne diyorlardı ona, önce suyla biraz yıkanıyor sonra namaz dedikleri şeyi yapıyorlardı.
Her geçen gün Başbuğ Selçuk beğ’in etrafında namaz yapan Oğuz bahadırları çoğalıyordu.
İşte bu bahadırlar artık fazla kımız da içmez olmuşlardı.
Albız alsın us ermiyordu bu işlere, namaz da neydi, ne yapıyorlardı bunlar böyle.
Meydanda yanlarında her bir bahadırın getirdiği ufak çullar yere seriliyor, sonra yanyana diziliyorlardı.
Yaptıkları birtakım hareketler hep aynıydı. Bunu hangi Tanrı istiyor olabilirdi!
Hatta bir keresinde yanlarında çullar yokken, üstüne basılmamış toprak yerde de namaz yapmışlardı.
Erlik Han bu duruma öfkelenmez miydi! Erlik Han yerlerin kutlu ruhu, bir öfkelenirse işler yaman olurdu.
Köktanrı Türk Kağan’a böyle birşey buyurmuştu da kendileri mi duymamıştı yoksa!

Hele o geçen yaz yaptıkları da neydi, hilal görünmüştü de hani, ilk dördünden son dördüne kadar hergün güneş batana değin bir lokma azık girmemişti kursaklarına.
Birşey de içmiyorlardı, bunlara ne oluyordu. Türk Budun’a bir haller olmuştu, Albız alsın!
Umay ana öfkelenip bereket vermezse ne olacaktı, Köktanrı bu halleri görmesin bilmesin diye yakarmak gerekecekti. Belki de onlarca adaklar adanacak, yine de Köktanrı’nın öfkesi dinmeyecekti.
Temir Yalığ kendisi bu yeni inanışı benimsemiyor fakat buyruğunda en sevdiği komutanı başbuğ Selçuk’a birşey demek istemiyordu. Öz yeğeniydi Selçuk beg. Dukak beğ Temir Yalığ’ın ağasıydı.
Başbuğ Selçuk yanlış iş yapacak kişi değildi, o Oğuzların övünç kaynağıydı.
Kaç tane vuruşta, onlarca kırışta, her döğüşte erliğini göstermişti.
Kol kuvveti kadar us kuvveti de bilinirdi. Selçuk beğ kartal gibiydi.
Zaten onun börk ve puşatlarında, Otağında heryerde kartal tamgaları bilinirdi.
Selçuk beğ bir keresinde düş görmüş, düşünde Tanrıkut Oğuz Mete Han kolunda duran kartalı Selçuk beg’e
vermişti, bu düşü gördüğünde daha yeni pusatlandığı 7 yaşındaydı.
Oğuzların Ulu Atasından kartalı almış ve kendisini büyük görevlerin beklediğini, çok vuruşması gerektiğini, oluk oluk kanlar akıtması gerektiğini, Oğuz için Türk Türesi için buna mecbur olduğunu söylemişti.
Bu düşü Korkut Ata’ya anlatmış, Korkut Ata o günden beri hep Selçuk beğ’le özel görüşür, danışır, kineşir olmuştu.
12 yaşında Obadaki boğayı devirdiğinde, bahadırlığa alınmış, babası atası Dukak beğ buyruğuna girmişti.
Karluk’larla yapılan bir vuruşta, amcası Temir Yalığ’ın hayatını kurtardığında daha 14 yaşında idi.
Temir Yalığ onu onbaşı yapmış, sonra yıllar yılı Selçuk beğ nice cenklere girmiş, ölümlerden dönmüş ve Kartal bakışları, Bozkurt ruhu ile bugünlere gelmişti. 3 yıl önce evlenmiş oğulları da olmuştu.
Selçuk beg’in başbuğluğu Temir Yalığ’ın yeğeni olduğu için değil, bileğinin ve keskin usunun hakkıydı.
Türk Türesi böyle yürürdü. Köktanrı buyurur, Kağan’a duyurur....
Kağan Budun’a verir ayar, Türk Budun’un da karnı doyar.... Umay bereket verirdi...

İşte şimdi de Yüzbaşı Börükan buyruğundaki bahadırların 15 kadarı yakından akan pınarda ellerini ayaklarını yıkadıktan sonra, çulları sermiş, namaz yapacaklardı. Yemekler bile yenmemiş avcılar daha dönmemişlerdi bile.
Ne oluyordu bu bahadırlara böyle, Albız alsın.

Börükan herkesin sesini kesmişti. Namaz yapmadan önce bir bahadır yakarış gibi birşeyler söylüyordu.
Köktanrı’ya Allah diyorlardı. Acaba Köktanrı ile Allah aynı mıydı!
Aynı idiyse peki kendileri neden bu namaz yapmak, namaz yapmadan önce anlamadıkları sözlerle yakarış yapmayı hiç duymamışlardı. Hepsi bir yana, bir ay boyunca günboyu yiyip içmemekte neyin nesiydi!
Bunu Köktanrı buyurur muydu! Buyurduğunu duyurmaz mıydı!
Duyursa Oğuz buna karşı mı gelirdi! Oğuz Köktanrı ne buyurdu, ne duyurdu da yapmadı asırlardan beridir!

Temir Yalığ ve Başbuğ Selçuk beğ’in kat’i emriydi ki, namaz yapma başlarken herkes sessiz olacaktı.
Çünkü öyle değil miydi ki, bu namaz yapan Oğuz bahadırları namaz yaparken hiçbirşey duymuyorlardı, bunu toy sonrası da görmüşlerdi.
Koca bir kaynar çorba kazanı devrilipte genç bir bahadırın bedeni yanmışken dahi,
onun o kadar bağırmasına bile aldırış etmemişlerdi.
Namaz nasıl birşeydi ki, kişioğlu işitmesi gerekeni işitmez, görmesi gerekeni görmez oluyordu.
Albız mı giriyordu içlerine! Erlik Han mı yapıyordu bunu yoksa!
Köktanrı buna izin vermezdi. Oğuz Budun’a Erlik Han izinsiz bulaşmazdı.
Mutlaka Köktanrı durdururdu onu, Kam’lar bunun için yakarmıyor muydu günlerce!

Bu işler hep Korkut Ata’nın işleriydi. Değil miydi ki, başbuğ Selçuk beğ onunla gizli görüşmeler yapıyor,
yanında götürdüğü her Oğuz bahadırı daha günü dolmadan değişiyordu.
Korkut Ata Kam’dı, onun sözü kutlu bilinir, Yabgu’lar Kağan’lar bile itiraz etmezdi.
Fakat Korkut Ata eskisi gibi değildi, 7 yıl evvel büyük Kurultay’da meydanda ilk namaz yapan da o değil miydi! Korkut Ata ruhlarla uğraşa uğraşa Albız’lara mı karışmıştı yoksa!
Halbuki Kam’lar Albız’ı yenebilirdi, Albız’lar Kam’lardan korkardı.
Kam’lar Oğuz Budun’u, bütün Türk Budun’u Albız’lardan ve tüm kötülüklerden koruyan değil miydi!
Kam’lar yeryüzünde Köktanrı’nın en sevdiği kişioğullarıydı.
Köktanrı onlarla uykularında konuşabilirdi. Bu yüzden Kam’lar türlü olayları önceden bilebiliyorlardı.
Sayrılıkları da ayrılıkları da nice dertleri de hep iyi eden Kam değil miydi!
Ne kadar değişik kişilerdi bu Kam’lar. Az konuşur, az uyur hep yakarırlardı.
Köktanrı böyle buyurmuştu, Oğuz’a duyurmuştu.

Kam olmak öğrenilmezdi ki zaten, Köktanrı bilirdi kim Kam olur. Kam olanın Otağı diğer otaglardan ayrı yere kurulurdu. Kam’lar bazen ormana girer birkaç gün gelmezlerdi. Bazı zaman dağlara çıkarlardı, us almazdı üşümeden nasıl o soğuk karlı dağlarda kolayca barınabilirdi ki. Yırtıcı hayvanlar bile Kam’larla dost olabiliyordu.
Ayılar bile yolunu değiştirir, Kam’larla uğraşmazlardı. Kartallarla dost olur, Doğanlarla dost olurdu.
Parslar bile Kam’lar ile dost olurdu. Kam’lara avladıkları etlerden getirirdi bu yırtıcılar.
Kam’lar pek kutlu kişilerdi. Kam’ları Köktanrı’nın gönderdiği ruhlar seçerdi.
Ruhlar bir kişioğlunu seçtiklerinde, artık o kişioğlu için kurtuluş yoktu.
En özge yol ruhlardan gizli bilgileri öğrenmeyi kabul etmek etmek olurdu,
yoksa acun dar olurdu o kişiye.
Hatta bir keresinde ruhların seçtiği bir Oğuz oğlu, Kam olmamaya direnmişti de,
ağzından kan gelerek ölmüştü. Köktanrı yarlığasın, Uçmag’a mı vardı, Od Tamu’ya mı bilinmez.

Avcılar avdan dönmüşlerdi. Namaz yapanlarda bitirmişler şimdi ateşte etler kızartiliyordu.
Oğuzlar etten neler yapmıyordu ki. Kazlar taşlarla etrafı kapatılan üstü küllerle kaplanan közde pişiriliyordu.
Oğuzlar buna külbastı diyordu. Sülünler çevrilerek ateşte kızarıyordu.
2 tane de yaban domuzu avlanmıştı. Fakat namaz yapanlar bilinmez bir şekilde artık yaban domuzu yemez olmuşlardı. Bunu da Korkut Ata’dan duymuşlardı. Kişioğlu avladığı eti yemez miydi. Bu işlere us ermiyordu.

Yemekten sonra ateşler söndürülmüş sonra başbuğları olan Yüzbaşı Börükan’a hazırlanan otağ etrafına halka oluşturmuşlardı. Bahadırlar arasında birde Ozan vardı. Bu Ozan’ın adı Ay Kutluk idi. Herkes ona Ozan Ay derdi.
Ataları gibi o da Ozan olmuştu, bu Ozan’lık yaman birşeydi. Yahşi söz ederdi Ozan’lar.
Gönüllerde bun kalmazdı onları dinleyince. Bun almış kişileri dahi coşturabilirdi Ozan’lar.

Ozan Ak kimseden buyruk beklemeden, izin almadan çalmaya başladı.
O tellere vurdukça, gönüller de şenleniyordu. Oğuz Budun pek seviyordu Ozan’ları dinlemeyi.
Bir zaman çaldıktan sonra, kulaklar bu nağmeye alıştıktan sonra, Ozan Ak söylemeye başladı.

Temir Yalığ yeğeni,
Oğuz Eli’n Doğan’ı,
Gönüllerin Kağan’ı,
Başbuğumuz Selçuk beğ....

Oğuz ister yeni yurt,
Bahadırlar verir sırt,
Kutlu mutlu kuzu kurt,
Başbuğumuz Selçuk beğ....

Bu yollara düştük biz...
Kafkasları aştık biz...
Gürcüyle vuruştuk biz...
Başbuğumuz Selçuk beg....

Dinleyenler anlamıştı, Ozan Ay hep aynı dörtlükle bitiriyordu.
Artık hep bir ağızdan söyler mırıldanır olmuşlardı son sözleri...

Başbuğum izin vere,
Yeni kuvvetler vara,
Yağıyı yere sere,
Başbuğumuz Selçuk beğ....

Gürcü sanir baç şarttır,
Baç istemez öç şarttır,
Başbuğ bilir kaç şarttır,
Başbuğumuz Selçuk beğ....

Gürcü usun yetmezdir,
Oğuz oğlu yatmazdır,
Bizde hiç er bitmezdir,
Başbuğumuz Selçuk beğ....

Bu yad ellerde, ıssız bir vadide 91 Oğuz bahadırı hepbir ağızdan söylüyordu,

Başbuğumuz Selçuk beğ....
Başbuğumuz Selçuk beğ....
Başbuğumuz Selçuk beğ....
.........
......
...




16 Mart 2016, yeni günün ilk saati
Alp Aldatmaz,

4_hilal:
Onbaşı Günbudun(3)

Ozan’ın deyişleri bitince, bahadırlar tekrar tekrar durumu konuşup danışıyorlardı.
Onbaşı Günbudun olup biteni anlatıyordu.
Keşif için gelen 500 kişilik Oğuz öncü kuvveti pusuya düşürüldü.
Karşılarına 5 bin kişilik büyük bir Gürcü Tugay çıkmıştı. Hiçbir Oğuz cenkten yılmaz, teslim olmazdı.
Fakat dar boğazların olduğu dağlık bir bölgede, süvari olmanın işe yaramaz olduğu bir anda düşman belirmişti karşılarında.
Oğuzlar yaman okçulardı, nitekim kalabalık düşmanlara karşı eşkin atları ve okçuluktaki üstünlükleri ile kolay kolay yenik düşmezlerdi. Bu dağlık bölge, hele de o dar boğazlar çok yaman olmuştu ne yazıkki.
Başbuğ Selçuk beğ değil miydi ki at üstünde son sürat giderken 4 yana ok atmayı hergün durmadan talim ettiren!
At üstündeyken ok menziline girinceye kadar son sürat yağı üstüne at tepilir, sonra Selçuk beğ’in talimlerinde belledikleri şekilde her atışta 3 ok birden gezlenirdi. 3 oktan fazla gezleyip isabet kaydedebilen Oğuz yoktu.
Zaten 3 ok birden gezleyip, herbirinin ayrı hedefi vurması, pek yaman bir işti. Kişioğlu bundan fazlasını nasıl başarabilirdi ki! Bundan fazlasına ulular Kam’lar karışırdı galiba ancak...
Bundan birkaç yıl önce Doğu Kağanlığından elçiler geldiğinde, hani Kül Bilge Kadır Han torunu olan Satuk Buğra Han’ın torunu, Ali Arslan Kara Tonga Han’a ihtilal girişiminde bulunulmuştu, bu ihtilal denemesi püskürtülünce, Ali Arslan Kara Tonga Han tahttan indirilmediğini bildirmek için Kağan’ın elçileri Cend’e geldiğinde, o güne değin görülmemiş büyük şölenler dört yanda yapılırken, bizim Yınal Yabgu önünde Selçuk beğ az kalsın nişancılık atışmasında Doğu’dan gelen elçilik bahadırlarına yenilecekken üstünlüğü 5 ok’u aynı anda gezleyip fırlatarak kazanmıştı. Gezlediği 5 ok dahi birteki şaşmadan hedefleri bulmuştu.
Gören gözler buna inanamamıştı. Bu sayede Karahanlı Kağan’ı Ali Arslan Kara Tonga Han indinde Yınal Yabgu ve tüm Oğuz Yabgu’luğuna bağlı Oğuz’ların yüzünü ak ettiydi.
Selçuk beğ pek yaman bir bahadırdı, ki onda kutlu atalar ruhunun izleri herdaim görülebiliyordu. Onun ünü ulu atalardan Kül Tigin ile Kür Şad ile birlikte anılıyordu.
Korkut Ata onun Tanrıkut Oğuz Mete Han’dan tüm izleri taşıdığını söylerdi, bunu tüm Oğuzlar duymuştu. Oğuz’lar içinde Selçuk beğ’den daha güçlü, daha yaman, O’nunla boy ölçüşebilecek bir dengi yoktu.
Selçuk beğ’in kılıcı da özeldi, 9 defa su verilmiş, 3 ayrı demirci ile örste dövülmüş, bugün gören demircilerin bile imrendiği müthiş bir kılıcı vardı. Başka kılıçlardan yarı yarıya daha hafif denilebilecek bu kılıcın kakması türlü parlak küçük taşlarla süslü, bu kakmanın yana açılır olduğu bir küçük çengelli sürgüsü ve altında bir mühür olduğu bilinir, kılıç en uca doğru iki ayrı tarafa da bakan çift başlı bir kartal tamgası ile bezenmis, şeklen ise hafif burmadır bitim ucuna doğru.
Selçuk beğ bu kılıçla demire vursa kesmekte, kayaya vursa yarmakta, taşları parçalayabilmekte, yağıların kellesini tek birseferde gövdesinden ayırabilmekteydi.
Bu kılıcın sırrını yalnızca Korkut Ata bilir, bilir bilmeye de, kim sorsa anlatılmaz oğul derdi, bilgi çağında gerek.
Evet Korkut Ata hangi bilgiyi saklamak gerekse böyle derdi, bilgi çağında gerek.
Çağında bellenen bilgi erdirir, erken bilgi kişiye baş verdirir....
Sır demek odur ki saklanır, sırlar saklı yürek paklanır, kişioğlu böyle aklanır, derdi...
Selçuk beğ Kınık obasında türlü işler yapar, yaptırır kimsenin usu ermezdi.
Bir işhane yaptırdı, ki orada esir alınan Çiğil bahadırlarından, Karluk ve Türgiş bahadırlarından çeşitli ustaları çalıştırır. Çalıştırır çalıştırmaya da, bunlar esir midir değil midir belli değil. Diğer Oğuz kişilerinden farkları yoktur obada. Bir yol varıp sordulardı da bunu vakti zamanında, onlar esir de olsa Türk’tür der, Türk esir olmaz demişti.
Yaman kişiydi bu Selçuk beg, Türk hiç esir olur muydu!
Olmazdı elbet, uçmağa varır da, Od Tamu’ya girer de yine esir olmazdı.
Selçuk beğ pusat ustalarına ve demircilere özel ilgi gösterir, onların rahat çalışması için imkan sağlardı.
Hele bir işhane daha kurdu ki, orda sadece ok yapılır.
Selçuk beğ vesiledir ki tüm Yabgu’luk pusata doyuyor.
Yine onun kurduğu sistemdir ki, bu pusat işhaneleri soğuk aylarda bile gece gündüz çalışıyor, ustaları 2 gruba ayırdı ve durmaksızın aralıksız pusat yapılıyor. Demirciler gece örste demir dövmüyorlar ama, kılıç kını süslemeleri, okların tamgaları, yayların kiriş ayarları , sadak yazmaları, ok çentilmesi gibi türlü işler geceleri de devam ediyor.
Hazar El’den Kıpçak Tatar’lar gelmişti pusat alışverişi teklif etmişti de en çok itiraz eden Selçuk beğ olmuştu.
Pusat Oğuz’un şerefidir, şeref ne alınır ne verilir, değiş tokuş edilemez demişti.
Oğuz’un elindeki en kıymetli değeridir, şerefi şanı derdi Selçuk beğ. Pusat sahip bulana kadar kız gibidir der o hep.
Sahibini bulduktan sonra yar olur, yaren olur der hep. Selçuk beğ Kam mıdır Ozan mıdır nice kutlu kişidir ki, hem çok yahşi sözler eder, hem de Oğuz’un gözlerini sulandırır.
Söz deme de, ok atmada, kılıç vuruşturmada, at binmede hep o herkesi yenmiştir.
Tanrı onu övmüş, Oğuz onu sevmiştir...
İşte bu 5 bin askerli Gürcü kuvvetleri pusuya düşürdüğünde atların da fazla iş göremez olduğu dar boğazda dahi Selçuk begden belledikleri 3 ok atma tekniğiyle nice düşmanın pis canını Od Tamu’ya yollamayı bilmişlerdi.
Oğuz’un bahadırları pek yamandı. Oklayarak avladıkları düşmanları bozduktan sonra, katı kılıç vakti geldiğinde ölümlerle eğlenir gibi saldırırlardı. Oğuzlar ölüme atılırken türlü naralar atarlardı.
Yabgu aşkına, Temir Yalığ aşkına, Selçuk beğ’in aşkına, Oğuz aşkına ve böylece birbirlerine güç ve moral olurlardı.
Kişioğlu cenk ederken herşeyi unuturdu, nice can alınır, can verilirdi bu Türk’ün Türesiydi.
Köktanrı böyle buyurmuştu, Oğuz’a duyurmuştu.
Onbaşı Günbudun hiç unutamayacağı o anları tekrar tekrar anlatırken, gözleri nemlendi.
Kendi yüzbaşısı olan Alp Tunga zayıf kalan bir kanada yardım etmek için ölüm dalışı yapıyor, bunu o hengamede birtek Onbaşı Günbudun görebiliyordu.
Alp Tunga o an sanki bir insan değildi, o Oğuz’ların Tanrısal bir gücüydü o an.
Karşısında 50 kişilik mızraklı büyük kalkanları ile duran miğferli haçlı Gürcülere atılırken, artık ölümden kurtuluş olmadığını bilen bu yüce Oğuz kişi, o an nasıl bir nara atıyordu. Onbaşı Günbudun onu görüyor, duyuyor ve yıllarca buyruğunda olduğu yüzbaşı Alp Tunga’ya yardıma yetişirmiyim ümidiyle daha hızlı kılıç vuruşturuyordu.
Alp Tunga Oğuzların dillerinde mesel olan en ulu narayı atıyordu ölüme koşarken.

Ta ki tuluy ta ki muran, kün tuğ bolgil kök kurıkan.... Kökbörü bolsıngıl Uran.....
Kökbörü bolsıngıl Uran...
(işte Irmak işte Deniz, Gün(yer) Tuğ, Gök kurgan (mekan, otağ) olsun.... Yol gösteren Bozkurt olsun... Yol Gösteren Bozkurt olsun...)

Onbaşı Günbudun’un gözleri nemli değildi, artık yaşlar istemdışı boşanıyordu iyiden iyiye...
Yırtınıyor, didiniyor, vuruşuyor fakat ilerleyemiyordu.... yağı sağlam hat kurmuştu...
Alp Tunga 50 kişilik haçlı Gürcülere vardığında, ilk yağıya kılıcı öyle bir vurmuştu ki, yarı insan boyundaki haç resimli kalkanı olduğu gibi ikiye ayrılmıştı ortadan, aynı anda boynuna gelen bu kılıç vuruşuyla bu haçlı Gürcü’nün pis canı Od Tamu’ya yollanmıştı.
Birini daha yere serdi, birini daha yere serdi Alp Tunga’yı durduramıyorlardı ve fakat sonrasında etrafını saran kalabalık haçlı Gürcü’lerden seçemez olmuştu durumu, her ne olursa olsun Alp Tunga yaman iş etmiş, haçlı Gürcü ordusuyla tek başına savaşan bir ordu gibiydi, işte Oğuz gücü bu yeni illerde kendini gösteriyordu...
Alp Tunga o an sanki Kül Tigin dirilmiş gelmiş onun postuna girmiş ve bu vuruşan ölüme meydan okuyan oymuş gibiydi...
Etrafını saran Gürcü’lerle son ölüm vuruşmasını yaparken, kurtuluşun imkansız olduğu bu döğüşte, ne kadar haçlı Gürcü’yü pis canından ayırırsam yeğdir der gibi, pes etmiyordu.
Onbaşı Günbudun durumu seçemese de kulaklarında hala yüzbaşı Alp Tunga’nın sesi yankılanıyor, Onbaşı bu sesi duydukça kendinde kuvvet buluyordu.
Kökbörü bolsıngıl Uran...Kökbörü bolsıngıl Uran... Kökbörü bolsıngıl Uran... naraları haçlı Gürcü’leri de delirtiyordu.
Köktanrı Oğuz Budun’un bu yaman vuruş kırışını seyrediyor, Oğuz budunla övünüyor olmalıydı.
Çok yaman geçen bu cenk ne zaman bitmişti, Onbaşı Günbudun bunu görememişti.
Kendine geldiğinde etrafta cansız yatan bedenlerden başka kimse yoktu.
Boynuna aldığı sert bir darbe ile bayılmıştı, haçlı Gürcü’ler onu öldü sanmış olmalıydılar ki, üstünde hiçbir ağır yarası yoktu.
Onbaşı Günbudun yerde yatanlar arasında canlı kalan var mı diye bakması gerektiğini biliyor ve fakat kendine gelmekte zorlanıyordu. Kalkmaya çalıştı fakat olmadı. Bir süre ayılmış bir vaziyette de olsa, kalkmadan yerde yatmaya devam etti. Ne kadar geçti ki sonra zor da olsa kalkmayı başarmıştı.
Sonra ilk iş olarak Yüzbaşısı Alp Tunga’yı aradı gözleri. Onu bulduğunda gözleri tekrar nemlendi.
Yüzbaşı Alp Tunga’nın çelik gövdesi delik deşik olmuştu. Bedeninde yara almamış hiçbir yer kalmamıştı sanki.
Onlarca ölümcül yaralar almış olan Yüzbaşı Alp Tunga kişioğlunun yapabileceğinden çok daha fazlasını yapmıştı.
Dilinden bir defa daha aynı nara sözleri çıktı, Kökbörü bolsıngıl Uran...dedi...

Kökbörü bolsıngıl Uran...

Onbaşı Günbudun yerde yatan Oğuzları saymaya karar verdi. Önce gözleri 5 tane yüzbaşıyı aradı.
Yazık hepsi de Uçmağa varmıştı. Kendinden hariç 49 tane daha onbaşıları birer birer aradı buldu, hepsi uçmağa varmışlardı. 500 kişiden tek kendinin kaldığını anladı. 5 yüzbaşı, 49 onbaşı, 445 tane Oğuz bahadırının hepsi de uçmağa varmışlardı. Gözlerinden birkaç damla daha yaş aktı. Dişlerini sıktı, başını eğdi.
Sonra başını kaldırdı göğe, "Tanrım, Köktanrım" hıçkırmaya başladı, Onbaşı Günbudun için için ağlıyordu.
Kişioğlu bunca yoldasını, soydaşını, kardaşını kaybeder de nasıl ağlamazdı.
Kendi niye yaşıyordu ki, halbuki tüm bahadırlar kadar canla başla döğüşmüş, nice haçlı Gürcü’yü tatlı canından etmişti. Fakat işte Köktanrı kendi canını bağışlamıştı, bundan bir vazife çıkardı, bunun bir hikmeti vardı mutlaka.
Ne kadar süre baygın yattığını tam kestiremiyordu, galiba yarım 1 tüm günü bulmuştu, çünkü güneşe bakılırsa vakit pusuya düştükleri dünki vakitle aynı gibiydi.
Neden kurtulduğunu anlayamıyor fakat bir görev yapması gerektiğini hissediyordu. Dar boğazın az ilerisinde bulunan kayaların çıkıntı yaptığı yerde bir in gördü, burası hayvanlara belki de kimbilir yolculara da sığınma yeri olabilecek bir yerdi. Mağaranın giriş kısmı uçuruma bakan tarafta olduğu için, burayı ne herkes biliyordur, biliyorsa da girmeye cesaret etmiyordur. Kapkaranlık görünüyor dedi. bıçağını çekip yavaşça içeriye süzüldü, hiçbirşey görünmüyordu. Sonra tekrar çıkmaya karar verdi, çünkü usuna gelen düşünce doğruydu.
Güneş yükselmeye başlamış, vakit öğle oluyordu. Güneş batımına yakın bu mağaranın girişine vuracak ve içerisini en azından girişteki önemli bir kısmı aydınlatacaktı.
O halde daha çok vakti vardı. Bütün cansız Oğuz bedenlerini mağaranın girişine yakın yere teker teker taşıdı.
Çok yorulmuş karnı da acıkmıştı. Az soluklandıktan sonra sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi.
beride bir ağaca doğru yürüdü. Av yapacaktı niyeti buydu. Sonra kuş sesi gibi kısık kısık sesler duydu ağaçtan geliyordu. Bu ihtiyar ağaç nimeti içinde saklarmış dedi, bir an gülümsedi.
Sık dallarından arasından iyice başını uzatıp seğirtince, büyük bir kuş yuvası olduğunu anladı.
Yayını elinden bıraktı, bir sıçrayışta tutunduğu iri bir dalın üstüne çıkması çok kısa bir lahzada gerçekleşti.
Oradan diğer dala geçti ve yuvaya doğru sessizce yaklaştı. Gördüklerine çok şaşırdı, bu bir keklik yuvası idi, içinde yavruları cıvıl cıvıldı. Bir an düşündü, başını kaşır gibi hareket yaptı. Yok olmaz dedi kendi kendine, buna Köktanrı öfkelenir. Ağaçtan inmeye karar verdi, o arada kulağına bir at kişnemesi geldi.
Pusuya düşürüldüklerinde başıboş birşekilde oraya buraya dağılan atlar, uzun saatler geçmiş olsa da çok uzaklaşmazlardı elbette. Atlar Oğuz bahadırlarının can yoldaşları idi.

Sonra kendi atını bulmak için, herzaman kendi atı Deli Kız’ı çağırdığı şekilde ıslık çaldı.
Bir, derken birdaha, sonra birdaha aynı ıslığı çaldıktan sonra evet Deli Kız’ın kişnemesini duydu, sadık dostu buyruğa itaat eden bir bahadır gibi dörtnala geliyordu.
Acunda suan için tüm yoldaşlarını cenkte kaybeden bu Oğuz bahadırının yıllardır en sadık dostu olan Deli Kız’ından başkası kalmamıştı. Derin bir iç çekti, Köktanrı bilir dedi, 3 defa yineledi bunu.

Karnını doyurmalıydı, 3 gündür yemek yememiş gibi açtı, bir an kendi kendine acaba ben bir gün mü bayıldım, yoksa birkaç gün mü dedi!
Sonra kendi düşüncesine gülümsedi, sadece 1 gün bayılmıştı.
Birden fazla gün olsa bunu meydanda yatan cansız bedenlerden anlaması gerekirdi.
Yavaş yavaş yürürken gözüne haçlı Gürcü askerleri arasında bir heybe gibi torbaya benzer birşey ilişti.
Meraklı gözlerle bu torbaya doğru ilerledi, evet yanılmamıştı. Bu torbada yemişler vardı.
Beklemedi, yemişlerden yemeye başladı. Karnını doyurunca daha önce cansız bedenleri taşıdığı mağara girişine yakın yere doğru, tüm pusatları teker teker topladı.
Haçlı Gürcülerin puşatlarını da topladı. Güneş kıvama gelmiş, vakit hayli ilerlemişti.
Mağaranın ağzına yaklaştı, içeri bakınca vuran güneş ışığıyla içerisi seçilir hale gelmişti.
Ne kadar geniş bir mağara dedi içinden. Vakit kaybetmeye gelmezdi, hazır içerisi seçiliyorken, Oğuz bahadırlarını birer birer mağaradan içeri taşıdı. Yoldaşlarını öylece orada bırakamazdı.
Mağaranın karanlık olan derinine çok fazla ilerlemedi, göz alabildiğine 70-80 adım kadar aralıktan daha fazla derinine girmedi. Oğuz bahadırlarını bu can yoldaşlarını büyük bir saygıyla sıralar halinde dizdi. Mağaranın ön tarafına ise önce haçlılardan topladığı, sonra da kendi yoldaşlarının puşatlarını koydu.
Gün ola harman ola dedi.

Kendi kendine verdiği bu vazifeler bitince, biraz uzanıp dinlenmeye çekildi.
Uyandığında hala geceydi, belki 5 belki 8 saat uyumuştu, fakat hala sabah olmamıştı ki hava karanlıktı.
Deli Kız’ı ıslıkla çağırdı, pusatlarını kuşandığı gibi atına atlayıp oradan uzaklaştı.

Yabancı kimselerle karşılaşmak istemiyordu. Son hayatta kalan kendisi olduğu için, öyle ya tüm olup biteni anlatacak birisi lazımdı. Madem cenkte ölmemişti, hayatta kalmalıydı. Sonra ertesi günü ve ondan sonraki gün, kimselerle karşılaşmadan, ara ara yer değiştirerek, bu yad ellerde dolandı. Buralar insanın çok az, hayvanın çok olduğu, ovaların vadilerin dağların birbirine girdiği bir us ermez diyardı.
Sonrası zaten malum, kendilerinin arkasından gelen yedek kuvvetlerin hayatta kalan 90 bahadırı ile karşılaşmıştı.

Yüzbaşı Börükan tüm olup biteni dinledikten sonra, derin bir iç çekti.
Köktanrı bilir dedi, bu sözü 3 defa yineledi.

Bu gece burada konaklayacaklar, ertesi günü yine mecbur geçmek zorunda oldukları 2 dağdan birine doğru yöneleceklerdi. Birinci dağ yolu, Onbaşı Günbudun’un ve yoldaşlarının pusuya düşürüldükleri boğazdı.
Diğer dağ yolu ise daha geniş ağızlı bir boğaz olmak suretiyle, Yüzbaşı Börükan ve yoldaşlarının haçlı Gürcülerle vuruştukları yoldu. Yüzbaşı Börükan buraya daha önce de bir yol gelmişti. Oğuzlar buraları nicedir zaman zaman keşifler yaparak, bilgi toplayarak gözlemliyorlardı.
Haçlı Gürcü’ler bu iki boğazdan başka geçit olmadığını bildikleri için, kurdukları pusular olağandı.
Yağının kalabalık olduğu bir anda yakalanmaları ise, haçlı Gürcülerin istihbaratı yahutta kendilerinin talihsizliğiydi.
91 Oğuz bahadırı dönüşümlü olarak uyudular, tetikte olmaları gerekti.
Haçlı Gürcü’lerin heran başka bir pusu veya saldırısına maruz kalabilirlerdi.

Son derece dikkatli olmaları gerekiyordu bu yad ellerde...





16 Mart 2016, gece olurken,
Alp Aldatmaz,

4_hilal:
Onbaşı Günbudun(4)


Tan atmıştı, yeni gün bütün güzelliğiyle doğmak üzereyken Oğuz bahadırları çoktan kalkmışlardı.
Tam bir bahar sabahıydı, hava yine bir önceki gün gibi tatlı ve serindi.
Oğuz bahadırları soğuğa da sıcağa da alışkın kişilerdi.
Doğanın muhteşem dengesine uygun şekilde çetin mücadeleler için yaratılmıştı Oğuzlar.
Köktanrı kişioğulları için geceyi ve gündüzü yaratmış, iyiyi kötüyü yaratmış, herşeyi yerli yerince bir düzene koymuştu.
Doğanın dengesini ve tüm canlı varlıkları Umay ana idare ediyordu. Umay ana sayesinde tüm canlılara yeter yemişler varoluyordu. Oğuzlar ne kadar av yapsalar da, asla hayvanlar tükenmiyordu.
Oğuzlar asla lazım olandan fazla av yapmaz, aç kimse gördüklerinde doyurur, zayıflara ve sayrılara yardım eder,
kocamış güngörmüşlere hürmetli, küçüklere karşı rahmetli ve sevgili idiler.
Oğuz Budun bu acunu güzelleştiren kişioğullarının ta kendisiydi. Köktanrı yarlığasın, Oğuz budun içinden kötü yürekli kişi neredeyse hiç çıkmazdı, Oğuz doğruluk için adalet için, güzellik için yaratılmış gibiydi.

Oğuz bahadırları dinlenmiş, atları da ziyadesiyle dinlenmişti.
Namaz yapan 15 kadar bahadır namazlarını bile erkenden yapmışlardı.

Yüzbaşı Börükan bahadırların toparlanma işleri bitince hepsini toplanmaları üzere çağırdı.
Hızlı bir sayım yapıldıktan sonra ne çeşit bir yol izleneceğine karar verilmesine gelmişti sıra.
Yüzbaşı kendisinden başka 18 tane onbaşı 72 tane bahadır saydı. Evet, tam 91 kişiydiler.

Öncü 500’den tek hayatta kalmış olan Onbaşı Günbudun, ne Temir Yalığ’ın ne de Selçuk beğ’in kendisine özel bir yumuş buyurmadığını, eğer bir yumuş buyrulmuş ise ve eğer bir görev verilmiş ise bunun ancak öncü kuvvetlerin başında olan 5 yüzbaşıdan birine veya birkaçına verilmiş olabileceğini dün anlatmıştı Yüzbaşı Börükan’a.
Yüzbaşı kararını vermişti, madem ki aldıkları buyruk Uçmağ’a varan bahadırlarla birlikte sır olmuştu, en özge yol sağ salim tekrar yurda dönmekti. Varıp bir yol tüm olanı biteni anlatmak, yeni buyruklarla gerekirse tekrardan gelmekti en doğrusu.

Dönüş yolunda tekrar o dar boğazlı vadilerden geçmek zorundaydılar. Yüzbaşı kendilerinin pusuya düşürüldüğü ve diğer öncü kuvvetlerin pusuya düşürüldüğü dar boğazları hatırlayınca, en iyi yol olarak iki kola ayrılmak gerektiği kararına vardı. Bu şekilde kesin sağ salim varacak olan en azından birkaç bahadır olacaktı.
18 onbaşı arasında sadece 4 tanesi kendi onbaşılarıydı. Diğer onbaşıların çoğunu tanımakla birlikte, onlar Uçmağa varmış olan diğer Yüzbaşı’ların onbaşılarıydı, işte hem bu yüzden hem de ustan üstün us vardır diyerek, yine de onların da bir yol düşüncesine başvurmalıydı.
Yüzbaşı onbaşılara iki kola ayrılıp yurda dönme düşüncesine siz ne dersiniz diye sordu.
Onbaşılar kararsız gibi duruyorlardı, bir zaman sessizlik oldu, onbaşılar birbirlerine baktılar.
Yüzbaşı bir onbaşının söz almasını beklerken, sessizliği ilk bozan Onbaşı Günbudun söze girdi.
3 kola ayrılalım dedi, biraz daha yol uzasa da, boğazların olduğu dağların etrafından da geçerek gidebilir üçüncü bir kol dedi. Yüzbaşı ilgiyle dinliyordu onbaşının sözlerini.
Onbaşı Günbudun güzel konuşuyor, hem kendisini dinletiyor hem de usu yerinde bir güngörmüş onbaşı olduğunu belli ediyordu.......
...............................
........................
..............

Bundan 19 yıl evvel Onbaşı Günbudun daha 9 yaşındayken babası oba meydanında idam edilmişti.
Babası Oğuz’ların sol kolu olan Üçok’ların Gökhan Alp’ın Çepni boyuna mensuptu.
Selçuk beğ’in babası Dukak beğ’in bahadırlarından biriydi babası o zamanlar.
Çetin mücadelelerin yaşandığı, türlü uğraşların verildiği, çaşıtların beğ otağlarına kadar türlü hileler ve oyunlarla girmeyi başardığı o dönemleri dün gibi hatırlıyordu.
Babası Afşin Dukak beğ’in Otağbaşılığı ile görevlendirildiği bir akşam, Dukak beğ’in yemeğinde çıkan ağu ile ilişkilendirilmiş, ağudan haberi olmasa da, Otağbaşılık geleneğine göre beğ’ini koruyamadığı ve kendini tam aklayamadığı için idam edilmişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra esas suçlu bulunup, suçunu da itiraf ettiğinde Afşin’in haksız yere idam edildiği ortaya çıkmıştı.
Çıkmıştı çıkmaya da, artık çok geçti. Afşin her Oğuz gibi beg’ine son derece sadıktı, ihanet edebilecek biri değildi, esasen Oğuz’larda bu şekilde kalleşlik ve ihanet pek görülen bir nesne değildi.
Dukak beğ bu olayda eşi Banu Çiçek’i kaybetmişti.
Kendisi ağudan kurtulmuştu fakat Selçuk beğ bu olay sonrası anasız kalmış ve oba beğ kadını olan güngörmüş bir Oğuz evladını yitirmişti. Banu Çiçek obanın canına can katan, gücüne güç katan, türlü oba işlerini yerli yerince düzenleyen kadındı. O sadece Otağındaki bir ana değil, tüm oba için, Oğuzların hepsi için bir anaydı.
Yağılar defalarca denedikleri oyunlarına bir yenisini eklemiş ve Oğuz’u aldamayı başarmıştı.
Yağılar Oğuz’u cenk meydanında yenemeyeceklerini bilince, türlü oyunlara başvuruyorlardı böyle.
Onbaşı Günbudun babasını kaybettikten 1 yıl sonra Karluk’larla yapılan bir cenkte 2 ağasını birden kaybetti, yiğit bahadır ağaları, Oğuz yolunda can vermiş Uçmağa varmışlardı.
Anasından başka kimsesi kalmadığında işte daha 10 yaşında yeni bir genç bahadırdı Günbudun.
Anası Ayımça tıpkı babası gibi Oğuzların Üçok kolunun Gökhan Alp’ın Çepni boyundandı.
Ayımça’nın babası vakti zamanında Kam’dı. Dedesi Kam olan Günbudun hem dedesinden hem anasından çeşitli bilgiler öğrenmiş, belki de yarı Kam denilebilirdi Günbudun’a.
Sezgileri çok güçlü olmakla birlikte, olmadık zamanlarda olmadık olağanüstü işlere imza atabiliyor olması, onun soyunda bir Kam olduğunu belli eder gibiydi.
Fakat Onbaşı Günbudun bu sezgileri nasıl kullanacağını tam bilemiyor, dedesi de zaten herşeyi öğretmemişti genç torununa o vakitler hayattayken.
Kamlık babadan oğula geçen birşey değildi çünkü, değildi fakat diğer yandan Oğuzlar daima evlatlarına torunlarına bildikleri nesneleri öğrettikleri içindirki, Günbudun’un dedesi de kızı Ayımça’ya, kızı Ayımça’da bu gizli bilgilerden oğlu Günbudun’a birçoksey belletmişti. Onbaşı Günbudun acunda olduğu 28 yıl içinde çok tecrübe sahibi olmuştu.
Kişioğlu tecrübelerle pişiyor, gördükçe yaşadıkça daha kıymetli bir güngörmüş bahadır oluyordu.
........
.....

Başka bir onbaşı söz almıştı, 3 kola ayrılmanın iyi fikir olduğunu ve fakat aynı güzergahtan gidilebileceğini teklif ediyordu. Bir kol yola çıktıktan birkaç saat sonra ikinci kol ve yine üstünden bir zaman geçtikten sonra diğer bir son kol aynı güzergahtan gidebilirdi.
Yüzbaşı bu tekliflerden ziyadesiyle memnundu. Onbaşılar uslu kişilerdi.
Yüzbaşı onbaşıların hepsini dinledikten sonra son niha’i kararını aldı.
3 kola ayrılacaklardı, bilinen en kestirme 2 dar boğazların olduğu yoldan birer kol, diğer son kol ise bu boğazların etrafından kavis çizerek yolu uzatarak fakat daha emniyetli şekilde dönecekti yurda.
Boğazların etrafından gidecek kol için 2 onbaşının olduğu 15 kişiyi seçti. Bu kol toplam 17 kişi olacaktı.
Geriye kalan 74 kişi ise iki tane 37 kişilik kol olup yola düşeceklerdi.

Onbaşı Günbudun’un içinde olduğu kol Yüzbaşı Börükan’ın bulundugu kola denk geldi.
Bu kol Onbaşı Günbudun ve öncü kuvvetlerin geliş yolunda vuruştuğu boğazı kullanacaktı.
Birbirlerine yol açıklığı dileyip Tanrı’ya ısmarlayıp ayrıldılar. Dörtnala atlar sürülüyordu.
Boğaza yaklaştıklarında Onbaşı Günbudun’u bir hüzün kapladı.
Yüzbaşı bunu farketmiş ve bu yüzden Onbaşının usunu başka yere verip biraz unutabilmesi için ona bir yumuş buyurmayı uygun gördü.
Onbaşı 3 tane bahadırla boğazı geçer geçmez atları son sürat yorgaya kaldıracak, ileri keşif yapacaklardı.
Onbaşı Günbudun bütün Oğuzlar gibi at üstündeyken çok bahtiyar hissediyordu kendini.
Deli Kız yaman bir at, ki onu geçebilecek at belki çoktu fakat Deli Kız kadar sahibi ile uyum içerisinde olan bir at çok az bulunurdu. Onbaşı Günbudun ile Deli Kız kader birliği etmişlerdi, ikisi de bu acunda yapayalnızdı.
Nice cenklerde, vuruş kırışlarda, türlü uğraşlarda ölümlere atılmışlardı birlikte.
Deli Kız sahibinin ne istediğini hiçbir işaret olmadan dahi anlar hale gelmişti, ne yöne gitmek istediğini, ne zaman süratlenmesi gerektiğini, nerede duracağını hissedebiliyordu.

Yolculukları 5 gün sürmüş, önce Cend’e ayaküstü uğrayıp geçmiş, sonra Yengikent’e varmışlardı sağ salim.

Temir Yalığ ve Selçuk beğ obada kocamış güngörmüş Dukak beğin otağındalardı, mühim konular konuşuluyordu mutlaka. Otağbaşı’lardan izin alıp içeri girdiklerinde onlar da bu arada konuşmalarını kesmişlerdi.
Yüzbaşı Börükan ile Onbaşı Günbudun haricinde 2 onbaşı daha içeriye girip, yere diz vurup, başlarını hafif eğip, sağ yumruk içini yürekler hizasına hızlıca götürmüşlerdi. Oğuzlar geleneklere çok bağlı kişilerdi.
Temir Yalığ bir lahza Dukak beğ’le bakıştı ve sonrasında kalkmaları için buyruk verdi.
3 onbaşı ve Yüzbaşı Börükan kalktılar. Uzun yoldan geldikleri için, anlatacakları çok şey olduğu içindirki buyur edilip oturtuldular. Bu arada Dukak beğ’in işareti ile sofralar hazırlanmaya başlıyor, bu yoldan gelen bahadırlar hem yemek yiyecek hem de bütün olup biteni anlatacaklardı. Selçuk beğ Yüzbaşı Börükan’a ve sonra Onbaşı Günbudun’a, sonrasında da diğer onbaşılara birer birer bakıyor, yüz ifadelerinden durumu kestirmeye çalışıyordu. Galiba kötü haberlerin anlatılacağını hissediyor gibiydi.

Bütün olup biteni anlatan ilk kişi Yüzbaşı Börükan idi, sonra sırasıyla 3 onbaşı da söz aldılar.
Temir Yalığ Köktanrı yarlığasın dedi, Selçuk beğ Allah rahmet eylesin dedi, Dukak beğ içinden sessizce mırıldanırken, gözlerinden birkaç damla yaş aktığı seziliyordu.
Hiçbirisi öfkelenmemişti, Temir Yalığ, Selçuk beğ ve kocamış güngörmüş oba ulusu Dukak beğ başbaşa verecekler ve önemli kararlar alınacaktı elbet, fakat öfkeyle kalkan zararla otururdu, keskin sirkenin zararı anca kendi küpüneydi.
Sabır bir anahtardı, bu anahtarı vakitlice kullanmak gerekirdi.
Yol yorgunu olan 4 bahadıra çekilip istirahat edebileceklerini söyledikten sonra kendileri bir müddet, iki kardaş olan Temir Yalığ ve Dukak beğ, birinin oğlu ve diğerinin yeğeni olan Selçuk beg başbaşa kalıp konuştular.

Bu mevzular sadece bu büyük Oğuz obasını değil, oba dışında da tüm Yengikent ahalisini ilgilendiriyor ve herşeyden evvel Oğuz Yabguluğu’nun Han’ı olan Yınal Yabgu’ya haber vermeleri gerekiyordu.
Selçuk beğ’de son yıllarda bazı başına buyruk haller sezilmekle birlikte, amcası Temir Yalığ’ın Yınal Yabgu’nun bu tecrübeli başkomutanının Yabgu’nun haberi olmadan bir önemli iş ettiği görülmüş sey değildi.
2 gün sonrası yine Dukak beğ’in otağında birlikte yemek vakti için sözleşme yaptılar, herbiri kendisine düşeni yapmak için biran önce yola düşecekler ve sonra sözleştikleri vakit yine burada toplanacaklardı.

Selçuk beğ Korkut Ata ile görüşmek için hemen yanına aldığı 5 bahadırla yola düşerken, Temir Yalığ bizzat kendi mahiyetindeki bahadırları ile Yabgu’nun huzuruna çıkacaktı.
Dukak beğ ise oba ahalasine olup biteni anlatmak için küçük bir Oba kurultayı kuracaktı, bu kurultaya kadınların da katılmasını isteyen Dukak beğ’in bu teklifinden anlaşılıyordu ki, ciddi planlar ve niyetler vardı.
Ne konuşmuş, nasıl bir sonuca varmıştı acaba bu 3 tecrübeli güngörmüş Oğuz beğleri.
Bunu 2 gün sonraki herzaman sözleşip toplandıkları Dukak beğ’in otağında görüşeceklerdi...

Gün ola harman ola....


17 Mart 2016 gece olurken,
Alp Aldatmaz,



4_hilal:
Onbaşı Günbudun(5)

2 gün sonra,

Yengikent (Otrar) cıvıl cıvıl bir bahar gününe başlamıştı, doğrusu bura çok bereketli bir kentti.
Oğuz Yabguluğu’nun da başkenti idi. Bu il tüm Türk Budun’un merkezi gibi işliyordu.
Civarda ne kadar Türk El’i varsa, hepsinin kervanları buradaki büyük pazarda toplanır, üretilen tüm mallar burada görücüye çıkardı.
Peçenekler, Hazarlar, Karluk’lar, Çiğil’ler, Kuman’lar, Kıpçak’lar, çeşitli Oğuz Boyları ve hatta yad ticaret kervanları da mutlaka buraya uğrarlardı. Yengikent’te kurulan bu büyük pazar yad yabancı satıcılar için çok uygundu.
Çünkü burada açtıkları tezgah ile aynı anda bütün Türk Budun’a yaptıkları ürettikleri malları gösterme imkanı buluyorlardı.
Geçmişte Hazar’ların yaptığı ticaret merkezi olma görevini sanki Oğuz Yabguluğu devralmış gibiydi.
Hazarlar hiç durmadan cenkten cenge koşa koşa tam anlamıyla zayıflamasa da, yine de artık birçok konuda ehil kişioğulları yetiştiremez olmuştu.
Dört tarafında Türk’lerin yaşadığı Oğuz Yabguluğu ise bu durumu değerlendirmesini bilmiş, her konuda olduğu gibi alışveriş merkezi olmada da ilerlemiş güçlenmişti.
Acun artık değişiyordu, alışveriş demek ürün demekti, Türk Budun konar göçer yaşam ile çoğu zaman bazı üretimlerden hep yoksun kalmış, bu durum yağıyı bu açıdan güçlü kılmıştı Türklere karşı.
Oğuz Yabguluğu’nun dört tarafındaki diğer Türk El’leri hepsi başka başka inançlara meyledip benimsemeye başlamıştı ki, Oğuz Yabguluğu bu konuda da işleri lehine çevirmesini bilmişti.
Oğuz Yabguluğu herşeyden önce inançları serbest bırakmış, fakat kendisi resmiyette Tengrici kalmayı,
Türk Ata inancını devam ettirmeyi faydalı bir görev saymıştı. Yınal Yabgü kent ortasına büyük bir bina yaptırmış, bu binanın içinde toplam 14 tane farklı inancın tapınmaları için ayrı bölümler yapılmıştı.
Herkes inancını bu büyük binadaki kendi inancı için yapılan bölmede, Yınal Yabgu’nun Oğuz Yabguluğu’na bağladığı birçok din adamları vasıtası ile yapabiliyordu.
Türk Budun alışverişin önemini biliyor, her geçen gün bunu daha iyi kavrıyor ve belliyordu.
Öyle ki zaman zaman Yabgu’luk komşu bir Türk El’i ile cenk etse dahi, bu durum alışverişte, yani Yengikent pazarındaki işlerde hiçbir engel oluşturmuyordu. Pazar demek, alışveriş demek, pazar demek barış demekti.
Kişioğlu gereğinde cenk eder, ve dahi gereğinde alışveriş eder dostluk kurardı. Bu Köktanrı’nın yasasıydı.

Selçuk beğ Korkut Ata’nın yanından dönmüş pazara uğramıştı.
Selçuk beğ pazarda pusat satan ve pusat yapımında kullanılan, pusatları saklamakta kullanılan araçlarla ilgili tezgahlara bakmak istiyordu. Yeni buluşlar varsa, bunları takip etmeli, varsa alıp incelemeli ve geliştirmeliydi.
Başbuğluk bunu gerektirirdi, Türk Budun da böyle yapmalı, daima yağıya karşı hazırlıklı olmalıydı.
Zaten Selçuk beğ’in pusatlardan başka alışveriş yapmak için, pazara gelmek için başka ne sebebi olurdu ki.
Selçuk beğ’i herkes tanırdı, herkes onu sever ve sayar, hatta onu sevmeyenler de mutlak ondan korkarlardı.
988 yılıydı, işte tam bu yaşanan çağda, bu acunda Selçuk beğ’den daha güçlü, daha cesur kişioğlu yoktu.
Selçuk beg işte tam bu çağın Türk güneşiydi. Onun us gücü, kararlılığı, zorluklarla amansız mücadele istek ve arzusu, ileriyi gören güngörmüşlüğü, yılmaz, mahir ve bileğine de güçlü oluşu, kişioğulları ile iyi ilişkiler kurmasını bilmesi, dostluğa ve barışa verdiği kıymet, cenk vakti ise kartal gibi Bozkurt gibi öne atılması, onu üstün yapan erdemlerin yumağı idi. Selçuk beg varoldukça, o yaşadıkça Türk güneşi parlayacaktı.
Köktanrı her 100 senede bir Börteçine yaratırdı, bu çağın Börteçinesi Selçuk beğdi.

Selçuk beğ pazarda tezgahlara uzaktan göz gezdirerek dolanırken, gözüne bir tezgah ilişti.
Bu tezgahın sahibinin haçlı Gürcüler olduğunu anlamakta gecikmedi. Bir yol onların yanına varmak gerekti.

Selçuk beğ alışveriş yapmak istermiş gibi davranıp onlardan mümkün olduğunca bilgi almak niyetindeydi.
Çünkü Selçuk begin Rum diyarlarından aldığı istihbarat bilgilerine göre, haçlı Gürcü krallığına bu zamanlar önemli görevler verilmişti Bizans tarafından.
Haçlı Gürcü Krallığının toprakları Bizans ile huduttu. Bizans belkide tarihinin en büyük imparatoru denilebilecek
II.Vasileas (Bulgar Kıran) dönemini yaşıyordu. Bizans ımparatoruna "Bulgar Kıran" diyorlardı.
Böyle demelerinin sebebi ise bundan 7 yıl evvel Tuna Bulgar Hanlığını yıkmış olmasındandı.
Tuna Bulgar Hanlığı Oğuz’larla soy bağına sahipti, onlar İdil (Volga) Boyları’nın da içinde bulunduğu, kutlu Atalardan ulu Türk Hakanı, Boncuk Han’ın oğlu (Munçuk Han) Tanrı’nın kırbacı Attila’nın On Oğuz’larından başkası değildi.
Selçuk beg çok uslu kişiydi ki, bu istihbaratları haber alır hepsini de bilirdi.

Bizans imparatoru İdil-Tuna Bulgar Hanlığını yıktıktan sonra da rahat durmamıştı.
Çeşitli Türk Budun’a mensup boylarla cenk etmeye devam ediyor, bu yetmez gibi üstelik topraklarını da büyütmekte kararlı görünüyordu.
Bizans imparatoru önceki imparatorlar gibi saldırıp savaşıp geri dönmüyor, saldırıp kazandığı savaşların neticesinde o yeni toprakları sahipleniyordu. Bu işler Bizans’ın hesapladığı gibi gidemezdi, gitmemeliydi.
Bizans kim oluyordu da 15 tane kadar Türk El’inin varolduğu bir dönemde, Türk El’i zaptediyor, han’lıklar yıkıyordu! Hem Köktanrı’nın 100 senede bir yarattığı Türk’lük güneşi Selçuk beğ hayatta iken.
Selçuk beğ çok uslu kişiydi, bütün olup biteni haber alıyor ve bunları hep biliyordu.

Selçuk beğ haçlı Gürcü Krallığı’nın Bizans’tan maddi destek gördüğünü elbet biliyordu.
Bizans imparatoru haçlı Gürcü Krallığına sandık sandık altın yolluyordu, türlü armağanlar yolluyordu.
Tabiki bunun karşılığında ise elbette yumuşlar buyuruyordu.
Tuna-İdil Bulgar Hanlığı yıkılmıştı yıkılmaya ama, ötede beride hala Türk Oymakları, Türk Avulları kutlu sulardan Tuna boylarında yaşamaya devam ediyorlardı.
Han’ları yoktu, bu yüzden Türk Türesi bazen olması gerektiği şekilde yürümüyordu, güçleri ve sayıları azalmıştı ama, Türk o hep Türk’tü.
Türkler herhangi bir topraklarda müstakil özbaşlarına bir El (devlet) kurmadıktan sonra, bir Han’lık kurmadıktan sonra yaşamanın anlamı yoktu, Türk için ölmek bağımlı ve esir olmaktan yeğdi.
Bu huyları Türk Budun’u diğer kişioğullarına üstün yapan nesnenin ta kendisiydi.
Türkler değil miydi ki hani birinci Doğu-Köktürkler Kağanlığı döneminde Çin’e esir düştüklerinde, Türk kadınları esaret altında bile evlatlarına gizli gizli pusat kullanmayı öğretiyor, eski destanları anlatıyor, sonra ilk fırsatta ihtilal yapılıyordu. Türkler değil miydi ki, 40 bahadır ile Çin Sarayı’nı basmışlar, esir yaşamaktansa ölmeyi yeg saymışlardı.
Esasen o ihtilal denemesinde hepsi ölmüş olsa da galip gelmişlerdi. Buradaki galibiyet Türk Budun esir yaşamaz düşüncesini tüm kişioğullarına belletmekti. Köktanrı yardım etmiş, 40 bahadırın hepsi vuruşarak ölmüş, Uçmağa varmış fakat Çin beğleri gece düşlerinde aylarca Türk bahadırlarının hayaletlerini görmüşlerdi.
Bunun sonucunda en son delirmek üzere iken, esir tüm Türk Budun evlatlarını, kadınlarını çocuklarını serbest bırakmak zorunda kalmışlardı. Türk Budun üstüne düşeni yaptıkça, Köktanrı da Türk Budun’a daima yardımcıydı.
Türklerin hürriyete olan tutkusu ve bağlılığı, hürriyetsiz yaşamaktansa Od Tamu’ya dahi girmeyi yeğlemesi, kendinden kalabalık güçlü ve üstün ordulara dahi boyun eğmemesi gelecekte oraların ve dahi acunda nice topraklarin yine Türk El’i olacağının, yeryüzünde nizam ve intizam’ın adil olan Türk Türesince sağlanacağının habercisiydi.

İşte Gürcü Krallığı kendisinin doğu yönünde, Kutlu sulardan olan Hazar Gölü’nün diğer yakasında olan 7-8 tane ayrı Türk El’lerinin hepsine karşı bir tampon bölge olarak emniyet duvarı vazifesi görüyordu.
Bunu Bizans istiyor ve haçlı Gürcü’lere yaptırıyordu.
Bizans yoksa neden haçlı Gürcü Krallığı’nı hediyelere boğsun, altınlar yollasın dursun!
Bu yıllarda Peçenekler Bizans’ı çok uğraştırıyordu, belki esas sebepte buydu.
Peçenekler Oğuz Budun’un başına buyruk çok delişmen bir Oğuz Boyu idi, Oğuz Yabguluğu’na biat etmemişlerdi, onlar esasen daha erken zamanlarda batıya gitmişler, özbaşlarına bir Hanlık kurmuşlar bazen zayıflasalar da, bulundukları topraklara da yad yabancı kimseleri sokmuyorlardı.
İdil-Tuna Bulgar Hanlığının öcünü almak istermişçesine, Bizans imparatorluğu ile çok uzun yıllardır savaşıyor uğraşıyorlardı. Bizans başkenti Konstantin’de içine kapandığı sağlam yüksek kale duvarları ile ve diğer sahip olduğu topraklarda da etrafı surlarla çevrili kalelelere kapandığında anca rahat ediyor, fakat dışarı çıktıklarında her an Peçenekler’in saldırma korkusu ile yaşıyorlardı.
Aslında imparator II.Vasileas ne yapacağını pekte bilemez olmuştu bu durum karşısında.
Belki de tüm saldırganlığı ve kötülükleri bunun içindi. Bizans Türk Budun’dan nefret ettiği kadar başka hiçbir kişioğullarından nefret etmiyordu.
Nitekim Bizans imparatoru, bundan 350 sene öncesinde Türklerin 7.yüzyıl başlarında Konstantin’i kuşattığını biliyor, Türk Budun’un er geç Konstantin’i almak için yine geleceğini, daima geleceğini çok iyi biliyordu.
Zaten bu Türk Budun nasıl kişioğullarıydı ki, daha Hak Resul Muhammed Konstantin hakkında sözler söylemeden önce dahi Türkler Konstantin’i kuşatmışlardı. Türk Budun’a us ermiyordu. Yanlarında getirdikleri kale duvarlarına tırmanma merdivenlerine kızgın yağlar dökülmüş, ateş suları atılmış, fakat Türkler merdivensiz de çengelli ipler atarak bir gece yarısında kale surlarına çıkmayı başarmışlardı.
İnsan gücünü zorlayan bu türlü işleri Türklerden başka kimse yapamazdı. O tarihten beridir 350 yıldır, Bizans surlarında artık daha fazla nöbetçi bekliyordu. Türkler yine beklenmedik şekilde bir gece gelebilirlerdi.
100 Türk bahadır surlardan içeri girdiğinde, belki de 1000 belki 2000 Bizans askerini yok edebilir, saraya dahi ulaşabilirdi. 350 senedir, 7.yy başındaki Türklerin Konstantin kuşatmasından beridir her Bizans ımparatoru bu korkuyla yaşamak zorunda kalmış, artık alışmışlardı. Türkler yaman kişioğullarıydı, Köktanrı onları diğer kişioğullarına işte bu erdemleriyle üstün kılmıştı.

Peçenekler ise ne kale kuşatıyor, ne büyük cenge giriyor, ne meydan savaşı yapıyor, ufak ani saldırılarla Bizans’a karşı hep başarılı oluyorlardı.
Bizans imparatoru bu çeşit bir savaş oyunu yapan Peçenekler’e karşı uygun bir savaş oyunu cevabı hala bulamamıştı.
Selçuk beğ bunları kafasından geçirirken, elhamdülillah dedi.
Türk Budun her ne kadar birleşemiyor ve ayrı El’lere bölünmüş gibi olsa da ve hatta birbiriyle de cenk ediyor olsa da zaman zaman, yine de esas yağılarla da uğraşmayı biliyor, asla unutmuyordu.
Esas yağı ne birbirleri, ne haçlı Gürcü’ler, ne Persler ne bir başkasıydı, Türk Budun’un esas yağısı Konstantin sarayı ve dahi Avrupa topraklarındaki Roma sarayı idi.
Haçlı Gürcü Krallığı sadece basit bir maşa, basit bir ara basamaktı, onların Türklerle girecekleri büyük bir savaş haçlı Gürcü Krallığı’nın ömrünü ve dahi tüm varlığını tehlikeye sokabilirdi.
Halbuki Türk’ler savaş kaybetse bile, yeni ordu kurardı.
Türkler kaybedecekleri bir savaşta dahi karşı tarafa çok kayıp verdirmiş olurdu ki,
aslında Türk Budun için bu da bir galibiyetti. Savaş denilince Türkler yenilmiş görünürken de galipti.
Selçuk beğ bunları hep bilir, daima ileriyi görür, sadece Oğuz Budun için değil, bütün Türk Budun için çalışırdı.
Türkler tüm acunu alırlarsa, Türklerin getireceği idari sistemle, birdaha acunda savaş yapmak belki de asla gerekmeyecekti. Türkler paylaşmayı bilirdi, fakat önemli olan paylaşmayı bilmek değildi, esas hüner bölüştürmeyi adaletle yapacak bir düzenin acuna hakim olması idi.
Selçuk beğ yaman bir Türk idi, bunları hep bilir, bunları ülkü edinir, bu ülkü yolunda iş ederdi.

Korkut Ata Selçuk beğ’e Hak Resul Muhammed hadisleri anlatmıştı.
Hak Resul Muhammed zaten daha Resul görevine başlamadan önce ticaret kervanlarıyla Yengikent’e de gelmişti,
ki o zamanlar daha ileri gidilmesi gerekiyordu çünkü merkez pazarları o zamanlar Hazarlar kuruyordu.
Hak Resul Muhammed’in katıldığı kervanlar sayesindedir ki, o kutlu Yalavac (peygamber, elçi) Türk Budun’u yakından tanıyabilmişti.
Türk Budun’un savaş uzmanı kişioğulları olduğunu biliyordu, herşeyden önemlisi Türk Budun adalet için savaşırdı, yurdunu korumak ve toprakları büyütüp yeni toprakları idare altına almak, bu sayede kendi idarelerinde heryerde adaleti sağlamaktı amaçları. Türkler bu görevi kendileri uydurmamıştı, bu görev ve ülkü Köktanrı tarafından onlara bildirilmişti. Köktanrı buyurmuş, Türk Kağan’a duyurmuş, Kağan Türk İl’ini dirlik ve düzene sokmuştu.
Nitekim Hak Resul Muhammed, Resul olduktan sonra bütün Pusatları ve cenk malzemelerini Türk usulü alır veya yaptırırdı, savaş sanatı Türk Budundan bellenirdi, bunun başka yolu da yoktu eğer cenk kazanmak isteniyorsa.
Hak Resul Muhammed Türkleri çok sevmiş, Tanrı’sına yakarmış ve Tanrı Türkleri çok hızlı şekilde bu yeni inanış ile tanıştırmıştı. Hak Resul Muhammed inanan dostlarına türlü nasihatlerde bulunmuştu Türk Budun hakkında.
Selçuk beğ çok doluydu, bunları hep bilir, düşünür taşınırdı. Bin düşünür bir iş eder, o işi de hep dogru ederdi.
Ki işte yaşı 40’a gelmiş Türk Budun ayrı ayrı El’ler kurmuş, birbirine yan gözle bakarcasına ayrı hanedanları var derdi. Bu gidiş artık değişmeliydi. Kutlu Ata Tanrı Kut Oğuz Mete Han gibi, kutlu ata İstemi Kağan gibi, Bumin Kağan gibi, Bilge Kağan gibi bütün Türk Budun’u tek Kağanlık idaresinde birleştirmek toparlamak gereğine inanıyordu. Selçuk beğ yaman bir kişiydi, bunları hep bilir düşünür idi.

Gözleri bir an göğe baktı ve inşallah dedi, inşallah yakında...

Artık vakit gelmiş babası atası Dukak beğ’in otağına doğru yol alıyordu, amcası Temir Yalığ ile sözleştiği üzere biraraya gelip bir karara varacaklardı.
Selçuk beg amcası ve başkanı Temir Yalığ’dan önce vardı babası Dukak beg’in otağına.
Babasının elini öptü hatır sordu. Sonra babasının Otağ divanının yanına çöktü oturdu.
Babası sevinçli görünüyordu, galiba oba kurultayından güzel sonuçlar çıkmıştı.
Bu sırada bir Oğuz hanım ile Selçuk beğ’in bacısı Almula sinilere yemekleri koyuyordu.
Dukak beğ’in sofrası ve sinisi büyükçe idi, çünkü Dukak beğ asla sofraya yalnız oturmazdı.
Oğuz Budun’un bu kocamış güngörmüş beğ’i daima sofrasına misafirler çağırırdı.
Oğuzlar arası askeri rütbe dışında, devlet idaresindeki rütbeler dışında sınıf ayrımı yoktu, böyle birşey Oğuz Budun’a uymazdı. Her Oğuz diğer bir Oğuz ile eşitti. Bir Oğuz başka bir Oğuz’a nasıl üstün olabilirdi ki.
Üstünlük maharetle olurdu ancak, el işlerinde, sanat ustalıklarında üstünlük olurdu, başka bir üstünlük adaleti bozmaktan başka bir işe yaramazdı. Dukak beğ hiçkimseyi bulamasa misafir edecek, en son yapılan bir cenkte Uçmağa varmış olan bahadırların akrabalarından birilerini davet ederdi. Oğuz Budun için cenkte ölenlerin yakınları ile ilgilenmek, Oğuz’lar için kutsal bir görev idi. Dukak beg güngörmüş idi, veren el alan elden hayırlıdır der, hep veren el olmak için tüm gücüyle didinirdi. Tüm dirliği ve yaşamı boyunca böyle iş etmiş, Oğuzlar onu, o Oğuzları daima sevmişti. Almula al yanaklı, gamzeli, gözlerinin içi gülen çalışkan bir Oğuz kadınıydı.
8 tane evladı vardı, 4 tane evladı da cenklerde uçmağa varmışlardı. 12 evlat hariç, öksüz ve yetim kalan onlarca Oğuz çocuğunu elleriyle besleyip büyütmüştü. Zaten Oğuzlar özel Otağlar kurmuş, bu büyükçe çadırlarda öksüz ve yetim kalan Oğuz evlatlarının yetişmesini sağlayan bir düzen kurmuşlardı.
Erkek çocukları 7 ile 12 yaş arasında çeşitli sınavları geçince bahadır olur artık Oğuz Budun’un olduğu kadar, Oğuz Ordusu’nun da himayesinde olurlardı.
Oğuzlar pek yaman kişilerdi, Türk Türesi tam anlamıyla yürürdü onlar arasında.
Açlık yahut yokluk Oğuzlar için değildi, çünkü Oğuzlar ya hep beraber var olur, ya hepberaber yok olurlardı.
Onlar daima dayanışma ve destek içinde birlik ve dirliği sağlamayı bilmişlerdi.
Köktanrı da böyle buyurmuş, vaktiyle Kağan’a duyurmuştu...

Yüzbaşı Börükan terfi etmiş, Binbaşı olmuştu.
Onbaşı Günbudun terfi etmemiş fakat ona mühim bir vazife verilmişti.
Selçuk beğ’in Uçmağa varmış ilk eşinden olan oğlu Mikail Alp 9 yaşına basmış ve artık bahadır olmuştu.
Onbaşı Günbudun’un yeni vazifesi Mikail Alp’i kendi bahadırları arasına alıp yetiştirmekti.
Hem bu sayede vaktiyle haksız yere idam edilen babasından alınmış olan şeref, Onbaşı Günbudun’a tekrar iade ediliyor gibiydi. Onbaşı Günbudun yeni bahadırları ile tanış oluyor, kaynaşıyor ve her bahadırdan çok Mikail Alp ile ilgileniyordu. İşte yarın hepbirlikte av yapacaklardı, bu onların birlikte yapacakları ilk talimlerden biri olacaktı.

Temir Yalığ söz verdiği üzere zamanında yetişmiş ve selamlaştıktan sonra sofrada yerini almıştı.
Sofra epey kalabalık idi, 20’den fazla yakın akraba işte hepbirlikte lokma paylaşmaktaydı.
Köktanrı Oğuz Budun’dan hoşnuttu...

Yemekler yenilip bittikten sonra Dukak beğ, Temir Yalığ ve Selçuk beğ başbaşa kalmışlardı.
En önce Temir Yalığ söz aldı, çünkü Yabgu ile görüşmüş olan da nitekim oydu.
Temir Yalığ Yabgu’nun haçlı Gürcüler üstüne bir akın yapmasını doğru buluyor, fakat esasen bu bahar ihtiyatlı olmak gerektiğini, Oğuz Yabguluğu’na dışardan bir saldırı ihtimalini anlattığını söylüyordu.
Yabgu’nun ileriye dönük haçlı Gürcü’lerin ve başıbozuk Pers(Fars) kabilelerinin hakim olduğu bir kısım toprakların Oğuz’a yeni yurt yapılma arzusundan haberi olmadığı için, böyle bir karar vermiş olması doğru idi.
Esasen Temir Yalığ Yınal Yabgu’ya o kadar bağlıydı ki, Selçuk beğ amcası olan Temir Yalığ’a Dukak beğ’de kardaşı olan Temir Yalığ’a herşeyi açıktan anlatmıyorlardı. Temir Yalığ mutlaka itiraz edecek, buna karşı çıkacaktı.
Dukak beğ ve Selçuk beğ ise Türk Budun’un selametini islamda ve yeni haçlı topraklarını ele geçirmekte görüyorlardı. Yoksa bu topraklarda kaç tane ayrı parçaya bölünmüş olan Türk Budun hep birbiriyle savaşıp duracak, bunun sonu nereye varacaktı. Oğuz Budun Çiğilleri yense, Karlukları yense, Kıpçakları, Hazarları hepsini yense neye yarayacaktı. Hep o aynı Türk kırılmış olacaktı, topraklar o Türk boyundan bu Türk boyuna el değiştirip duracak, fakat Türkler hiçbir ilerleme kaydetmemiş olacaktı. Türk Budun’un hedefleri bu kadar basit olamazdı, olmamalıydı.
Amcasından sonra Selçuk beğ söz aldı sonra anlatıyordu. Korkut Ata’nın haçlı Gürcülere bir ders verilmesi gerektiğini, yoksa haçlı Gürcülerin birkaç yıl sonra Türk Budun’un birçok boyuna musallat olacağını, Bizans ıle olan ilişkilerini anlattı. Dukak beg’de bunu onaylıyor ve Oba’da yapılan Kurultay’da akın kararının onaylandığını söylüyordu. Temir Yalığ Yabgu’nun bahadır vermeyeceğini ve fakat Selçuk beğ’in kendi bahadırlarıyla haçlı Gürcülere akın etmesini onayladığını dedikte sonra, Temir Yalığ’ın bu cenge katılmasına izin olmadığını da bildirdi.
Esasen Temir Yalığ’ın yaşı da ilerlemişti. Selçuk beğ birkaç gün içinde 5 bin kişilik süvari tugayı hazır etmesi, ve bir süvari akını yapılmasi kararlaştırıldı. Selçuk beğ bu, yani Kinik’ların Başbuğ’u bu akına bizzat komuta edecek, başkanlığı o yapacaktı. Oğuz Budun’a kutlu olsun diyip, toplantıyı bitirdiler.


Köktanrı Budun’dan hoşnuttu....



18 Mart 2016, geceye doğru,
Alp Aldatmaz,


Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git